PARANIN KİRLETTİKLERİ…

Para dediğin nedir ki, el kiridir diyenler gitti… Yerine hesap makinesine benzeyen insanlar geldi. İnsan maddeleşince, sadece gıdalarda değil, insani ilişkilerde de raf ömrü ortaya çıktı.

Dünya, sadece bir alışveriş mekânı ve marketler zinciri… Ver parayı al bilimi, ver parayı ört her türlü rezaletin ve kepazeliğin üstünü.

Bir mübadele, değişim aracı… Ancak paraya yön verenlerin değil paranın yön verdiği insanın acıklı hali.

Victor Hugo’nun zekâ milyonerleri paranın milyarderlerine hep acımışlardır sözü artık yirmibirinci asırda anlamını yitirmiş. Dünya misafirhanedir, gelen göçer denir sahip çıkan yok.

Her an birbirinden kötülük bekleyen, birbirinden korkan ve emin olmayan insanların ahlaki değerlere değil, paranın gücüne yaslanarak bir arada yaşamak zorunda oldukları nefsanî bir topluma dönüşen insanlık.

Para; piyasa şartlarını en iyi bilen, hırslı, açıkgöz ve insanı adeta bir meta haline dönüştürmüştür. Hisse senedi, faiz, borsa, kredi, efektif alış, efektif satış, dolar, euro, parite, paranın seyri, ihale takipleri adeta kutsal mabet… Bu yönde insanın harcadığı olağan üstü gayret, alım satımlar, endeksler, takipler ise ibadet şekilleri…

Para bu devasa mabedin ortasında cazip, iç gıcıklayıcı, karşı konulmaz, gülen yüzü ile her yolu mübah göstererek kendisine ibadet edecek kullarını bekleyen ve mutluluk dağıtan bir ilah…

Neden?

Seküler dünyevi isteklere anında cevap veriyor da ondan. İnsanın kendisini sorumsuz ve başıboş zannettiği yerde bedenin yönetimi akılda değil, içindeki putların elinde. İnsanın zaaflarından ve boşluklarından içeri sızıp karargâhını düşünme merkezi olan beynin içine kuran paranın gücü ve neticesinde insanın sınır tanımaz keyfiliği…

Paranın tüm değerleri ters-yüz ettiği, akçeli işlerin heyecandan heyecana sürüklediği, para muhabbetinin zamanda sınır tanımadığı, kişinin yüreğine değil de, cebine tüm gözlerin odaklandığı bir dünyada, imtihanın sırrına vakıf olabilmek, insanlık için, insanlığın huzuruna ve ebedi saadete namzet olabilmek için, Allah’ım nasıl geçer acaba bir ölünün ilk günü… Sorusunu her daim kendimize sormamız gerekmez mi?

Hayatı ve hayatı vereni düşünmemekten geliyor tüm acılar ve sıkıntılar… Ölümü ve ötesini merak eden, hesap verme endişesi içinde yaşayan her fert, kalbe yerleşmeye çalışan putları yerle bir etme iradesini ortaya koymuş demektir.

Sezai Karakoç ne güzel tasvir etmiş insanlığın mutsuzluk kaynağını…

Çağımızda, insanoğlunun mutsuzluğunun asıl kaynağı, öteki dünyaya kat’i olarak inanmamasıdır. Onun içindir ki ne yapıp edip bu dünyayı öteki dünyadan haberdar etmeli, onunla tanıştırmalıyız diyor.

Diğer bir ifade ile ruhu besleyen inanç, ahlak gibi değerlerin insanda kat’i kanaat haline gelmesi lazımdır ki, maddi sıfatlar, süfli hayatlar insan galebe çalamasın. İnsan ancak mücadeleler sonucunda tekâmül eder ve insan-ı kemalat sıfatına layık olur.

İnsanın kendi ruh dünyasına, kirli düşüncelerine ve içindeki cehenneme inmesi, nefsi ile yaka paça olması ile olumsuzluklara neşter atılmış ve iç dünyası aydınlanmış olur. Aydınlanan bir iç dünyanın yansıması dışa vurur ve kendisinden hakikatin örnekleri tecelli edince, muhatapları da vicdan aynalarında kendilerini sorgulamaya başlarlar.

İşte böylesine bir iç çaba ve murakabe, insanı dikey yolculuğun yolcusu haline dönüştürür ki daha da yükselebilmek için, ahlaki değerlerin ve hayırlı işlerin izini sürmeye başlar.

İşte ruha kazandırılan böyle bir metafizik gerilim beraberinde yükseklik ve derinliği getirir.

Aksine, ihtiras ve hırslar ebedi müjdelerden mahrumiyeti, nihayetinde de esfele safilin çukuruna yani, Allah’ın nezdinde aşağıların aşağısına insanı sürükler ki, vahim ötesi bir durumdur.

Velhasıl Ölmeden önce ölünüz reçetesi ile hayatlarını örgülemeye çalışanlar bedenlerinin altında ezilmekten kurtulurken ebedi lütuflara mazhar olmanın hazzını hem dünyada, hem de ebedi alemde yaşarlar.