Bu yazının konusunun benim boyumu aştığının bilincindeyim. Çünkü bu konu benim alanım değil. Ancak şahit olduğumuz bazı haller ve gerçekler; insanı yazmaya zorluyor.
Yavuz Sultan Selim ile birlikte Halifelik bize geçmiştir. Halifeliğin bize geçmesinden sonra; Osmanlı Topraklarına, binlerce Ülema gelmiş ve yerleşmiştir. Ayrıca Osmanlı’nın büyümesi neticesinde ; ''Gayri Müslim''lerin de, yani;”azınlıkların da'' devlet yönetiminde söz sahibi olması için devşirme yoluna gidilmiş; 7 yaş üzeri çocuklar devşirilerek Yeniçeri Ocağı’na alınmıştır. Zamanla, bu azınlık çocuklarının çok zeki olanları seçilerek “Mekteb-i Enderun’a”; yani Osmanlı’nın üst kademe yöneticilerinin yetiştirildiği okullara alınmıştır. Osmanlı’nın büyümesinden sonra topraklarımıza göç eden Ülema Sınıfı ve Mekteb-i Enderun’da okuyarak yönetici olan azınlık çocukları; eğitimi genele yaygınlaştıramamışlardır. İnsanlarımızı kendi haline bırakmışlardır. Söz konusu olan bu kesimler, özelikle insanlarımızı; İslam’ın Beş Şartı ile sınırlandırarak ayakta tutmaya çalışmış, İslam’ın irfanından yeteri kadar faydalanmasının da önüne geçmişlerdir.
Tabii ki İslam’ın şartları: BİR MÜSLÜMAN OLARAK BAŞ TACIMIZDIR. Ancak islamın beş şartı; yüz yıllar boyunca o kadar öne çıkartılmış ki; dinimizin irfanını insanlarımıza verecek ve insanımızı tamamlayacak olan İslam’ın İlkeleri; gölgede bırakılmıştır. Örnek: İLİM; türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 750 yerde zikrolunmasına rağmen ilim ve irfan teğet geçilmiş ve gölgede kalmıştır. Bunun gibi: ADALET-MASLAHAT-EMANET-EHLİYET-MEŞVERET… gibi; İslam’ın olmazsa olmaz İlkelerini; daha da çok sayabiliriz… İnsanımızı tamamlayacak, İslam’ın irfanını insanlarımıza verecek, insanımızı aydınlatacak İslam’ın tüm ilkeleri; yüz yıllardır gölgede kalmaya mahkum edilmiştir.
Aynı uygulama azda olsa günümüzde de devam etmektedir.
Örf ve adetleriyle, gelenek ve görenekleriyle, inancıyla, çok canlı bir aile yapısına sahip olan toplumumuz, İslam’ın irfanından da beslenemeyince; aile yapısı da zamanla erozyona uğramıştır. Asırlar boyu yeteri kadar eğitilmeyen, sadece ekip, biçen, savaşa hazırlanan, savaşan ve bu günkü gibi ülkesinin bekası ve toprakları için canı ile bedel ödeyen, okur-yazar oranı asırlar boyu: %3 geçemeyen; ilimden, ilim ve teknikten, sanattan, İslamın irfanından habersiz; cahil bir toplum haline getirilmiştir.
Bu sürecin sonucunda insanımız, İslam’ın bu beş şartını yerine getirince; çok iyi bir mümin ve müslüman olduğuna inanmaya başlamıştır.
Adam! Benimle birlikte namaz kılıyor, Allah’ın divanına duruyor. Daha caminin bahçesinden çıkmadan yanımızdan biraz önce ayrılan arkadaşımızın aleyhinde konuşmaya başlıyor. Kendisine: “Kardaş! Daha namazdan yeni çıktık! Boş ver. Kapatalım bu konuyu.” Diyince de:” Hocam! Sen de her şeyi namaza bağlıyorsun. O başka! Bu başka! Namaz Allah’ın emridir. Benim söylediklerimle ne alakası var? Bu benim söylediklerimin hepsi de doğrudur.” Diyebiliyor.
Benimle birlikte Allah’ın divanına duran arkadaşım; Diğer arkadaşımın hakkında çok rahat ve akla ziyan bir şekilde zan duyabiliyor. Gözleriyle görmediği halde; kulaktan duyduğu ile çok rahat iftira edebiliyor. Kendi mercimek kadar beyni ile tahminler yapıp arkadaşımızı yargılayabiliyor. Bir başkasına yaptığı zülumu, kötülüğü anlatabiliyor. İşin garibi bunu da; övünülecek bir şeymiş gibi anlatıyor. Çok rahat yalan söyleyebiliyor. Kul hakkından haberi bile yok. Bırakın komşusunun hakkını, diğer insanların haklarını; öz kardeşinin hakkını bile çok rahat gasp edebiliyor. İnsanları kandırmayı, aldatmayı; uyanıklık, gözü açıklık olarak kabul ediyor. Doğru ve dürüst olan insanları; kerhiz, aptal, saf olarak nitelendiriyor.
Artık günümüzde; fitne, fesat, haset ve kıskançlık, kandırma, aldatma… Normalmış gibi kabul görülüyor. Adam hacca gidip gelmiş olmasına rağmen okey oynamaya devam ediyor. Onu da geçin; içki içebiliyor. Müslümanlar için kutsal olan bu hacılık kavramından haberi bile yok. . Dolandırıcılık, yolsuzluk zaten olağan hale gelmiş... Hangi birini sayalım! Daha; say, sayabildiğin kadar…
Peki!!! Niçin?
Çünkü insanlarımız; İslam’ın bir bütün olduğu, eşi benzeri olmayan mükemmel bir inanç sistemi olduğu bilincine erememiştir. Daha çok İslamın beş şartını duyduğu için; sadece İslam’ın şartlarını yerine getrince çok iyi bir Müslüman olduğunu zannediyor. Günümüzde; % 90 da; hala böyle kabul etmeye devam ediyor.
Müslüman işitmiş ve itaat etmiş kişidir. Tabii ki; “İslamın Beş Şartı” her müslümanın baş tacıdır. İslamın olmazsa olmazıdır. Ancak bu şartlar; İslam’ın İlkeleriyle tamamlanmadıkça topal kalmaya mahkûmdur. Tıpkı bugün ki gibi… İnsanımızın genele yakını, bu yönde bir eğitimi; ne ailesinden, ne camiden, ne de okulundan alamıyor. Mecburen kulaktan duyduğuna göre inanıyor ve duyduklarına göre de hüküm verebiliyor. Ve değer yargıları da duyduklarına göre oluşup şekilleniyor.
Bizleri bütünleyen, kulu mümin ve takva sahibi yapan, Allah’a kul olma bilincine erdiren, İslamın beş şartıyla birlikte; İslam’ın ilkeleridir. İslamın İlkeleri; İslamın olmazsa olmazlarıdır.
Ne yazık ki insanımız bu konuda yeteri kadar bilinçlendirilememiştir. Ve eğitim alması hala sağlanamamıştır. Çünkü İslam’ın bütünlüğünü sağlayacak, insanımızı tamamlayacak, İslamın temel ilkeleri yeteri kadar kavranamamıştır. Çünkü İslam’ın İlkeleri; İslam’ın Beş Şartı gibi öne çıkarılıp bayraklaştırılamamış ve bu konulardaki ayetlere dokunulup geçilmiştir. Ve bu uygulama yüz yıllar boyunca devam etmiş, hala da devam etmektedir.
Merkeze yakın olmayan yörelerimizde; bugün hala İslam’ın şartları o kadar çok öne çıkarılıyor ki; İslam’ın İlkelerinin işitilip öğrenilmesine, özümsenmesine, itaat edilip davranışlar haline getirilmesine; ne zaman kalıyor, ne de zaman ayrılabiliyor, ne de emek veriliyor.
“Adalet mülkün temelidir” sözü; inancımızın ve kültürümüzün temeli olmasına rağmen bu gün; HAK ve ADALET DEĞER YARGILARI ne kadar itibar görmektedir?
Bu konularda ki yüzlerce ayetten sadece bir kaçını buraya alabiliriz: Kur’an-ı Kerim’de ALLAH: ( Maide suresi:8. Ayet) “ Ey iman edenler Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimselerden olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur. Allah’dan korkun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarızdan haberdardır.”
Tabii ki, Kur’an’ı Kerim’in temel ilkelerinden birisi de adalettir. Her şeyden önce Yüce Yaratıcı adildir; herkese hak ettiğinin karşılığını verir. Hiç kimseye asla zulmetmez. Zerre kadar hayır işleyen de, zerre kadar kötülük yapan da onun karşılığını mutlaka ve kesinlikle görecektir. Yaratılışın temelinde adalet ve rahmet vardır. Varlığın temelinde adalet var ise, yaratılışın yasalarını anlayabilmek için adil olmak gerekmez mi?
Adaletin olmadığı bir toplumda zulüm kol gezer. Çünkü adaletin zıddı olan her şey zulümdür. Birinin hakkını elinden almak zulümdür. Borçlu olduğu vazifeleri yapmamak, işi ehline vermemek, emanete hıyanet etmek zulümdür. Allah `a, kendi nefsine, ailesine ve çocuklarına, arkadaşına, dostuna, komşusuna karşı vazifelerini tam yapmamak zulümdür. Bunlar ister sözle, ister işle, ne suretle olursa olsun zulümdür. Millet malını çalmak, milletin dişinden tırnağından artırıp vermiş olduğu vergileri zimmetine geçirmek, devletin malını korumamak en büyük zulümdür. Haklıyı haksız çıkarmak da, bile, bile yanlış hüküm vermek de; zulmün en büyüklerindendir.
Allah (cc) âdil-i ve mutlaktır. Şüphesiz ki Allah! Bütün yaptıklarımızı; gizli veya açık hepsini görüyor ve biliyor. Ve şüphesiz ki Allah! Hiç kimsenin yaptığını cezasız bırakmayacaktır.
Tüm bu konuları insanımıza Nerede? Ne zaman? Ne kadar öğretebiliyoruz? Allah’ın tüm emirlerinden, Adalet’in öneminden haberi olmayan, adil olmayan bir Müslüman; nasıl tam bir Müslüman olabilir ki?
( Bakara Suresi: 195. Ayet); “ Allah yolunda harcama yapın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Allah iyilik edenleri sever”
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde; insanın ve evrenin boş yere değil bir gaye için yaratılmış olduğu belirtilmiş, pek çok hadisde de; bu temayı destekleyen ifadelere yer verilmiştir. Toplumun dirlik ve düzenliği için, refahı için gerekli olan tüm değerlerin korunmasını; bazen her bir ferde, ayrı, ayrı, bazen de tüm topluma sorumluluk yüklenmiştir.
Bizler, toplumun iyi eğitim alması için, dirlik, düzenliği için, insanlarımızın iyi bir mümin ve müslüman olması için; ne kadar çaba harcıyoruz? Allah’ın yasak ettiklerinden insanlarımızı; ne kadar alıkoyabiliyor, ne kadar uyarıyoruz? Gördüğümüz ve şahit olduğumuz kötülüklere; mani olmak için elimizden geleni ne kadar yapıyoruz? Yoksa toplumumuzu mahvetmek için kasıtlı olarak uydurulmuş : “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın” Deyip, sanki bu toplumda yaşamıyormuş gibi sırtımızı dönüp gidiyor muyuz?
Allah’ın emrettikleri konusunda insanlarımızı ne kadar teşvik ediyoruz ve bu yolda ne kadar yardımcı oluyoruz? İnsan olarak yaratılış amacından haberdar olamayan, sadece kendi nefsinin esiri olan, Allah rızası için fedakârlıkta bulunmayan bir kimse; nasıl tam bir Müslüman olabilir ki?
( Meariç Suresi:32.-35.)Ayetler: “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler-Şahitliklerini dosdoğru yapanlar, Namazlarının gereklerini titizlikle yerine getirenler; işte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.”
İnsanın sahip olduğu ve kendisine geçici olarak verilmiş bulunan ruhî, bedenî, malî imkânların ve Allah’ın kullarına gönderdiği hak dinin, bu dinin yüklediği vecîbe ve hükümlerinin birer emanet olduğunun; ne kadar bilincindeyiz? Bizlere verilen emanetlere ne kadar sahip çıkabiliyoruz? Tıpkı: “ Namaz kıl”. “Oruç tut”. “ “Sözünde dur”…Gibi, burada sayamayacağım kadar çok olan diğer emirlerinden ne kadar haberdarız?
İnancının temel ilkelerini bile bilmeyen, temel ilkelerini bile yerine getirmeyen bir kimse; nasıl tam bir Müslüman olabilir ki?
(Nisa Suresi:58. Ayet): “Alla size emanetleri mutlaka EHLİNE vermenizi ve insanlara hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi EMREDER. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve her şeyi görmektedir.”
Kur’an-ı Kerim’de; yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek; bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. Ehliyetinin temelini insan olma vasfı teşkil eder. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun, yaşayan her insanın ehliyete sahip olduğu kabul edilir
Allah’ın bizlere lütfedip ihsan eylediği bu kadar nimetlere karşılık insan olarak bizler; yüklediğimiz vecîbe ve hükümlerin yerine getirilmesi için neler yapıyoruz? Dinen ve hukuken dinimizin muteber kıldığı tarzda ne kadar yaşayabiliyoruz? Davranışlarımızla, inancımız ne kadar örtüşüyor? Kendimizin çıkarı için, çocuğumuzun geleceği için diğer insanların hakların gasp ederken; bir ömür çocuğumuzu haram kazanmaya mahkûm ettiğimizi ve torunlarımıza haram lokma yedirdiğimizi ne kadar düşünebiliyoruz? Bir müslüman olarak Allah’ın bizleri yükümlü kıldığı, kul ve toplum hakları konusunda ne kadar sorumluluk taşıyabiliyor, bu konuda ne kadar çaba harcıyoruz? Hakkı olanın hakkını almasına ne kadar yardımcı oluyoruz? Yoksa bizlere ne kadar fayda sağlayacaksa; o kadar mı yardımcı oluyoruz?
O halde: Sadece kendi nefsini ve içgüdüsel olarak çocuklarını düşünen, akrabalarının ve diğer din kardeşlerinin hak ve hukukunu düşünemeyen; toplumun refah ve huzurunu, dirlik ve düzenini önemsemeyen bir kimse; nasıl tam bir Müslüman olabilir ki?
( Şura Suresi:38. Ayet): “ Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri de aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar.”
(Ali İmran Suresi:159. Ayet): “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet. Onların bağışlanmasını dile. İş hakkında onlara danış karar verince de; Allah’a güven. Allah kendine güvenenleri sever.”
Allah’a lâyıkıyla bir kul olabilmemiz ve onun rızasını kazanabilmemiz için yapmamız gereken meşveretin İlâhî bir emir olduğunu, bir vazife olduğunu ne kadar biliyoruz? Allah’ın insanı, tek akılla düşünmektense; ehil bir ekip ile beraber, daha fazla akılla düşünüp en doğrusunu yapmaya teşvik ettiğinin ne kadar bilincindeyiz? Hep kendi görüşlerinin doğru olduğuna inanan, kendi görüş ve düşüncelerinin tartışma konusu dahi yapılmasına tahammülü olmayan ve hep kendi haklılığını savunan bir kimse ne kadar İslam’ın irfanından faydalanabilmiştir?
Tüm iş ve işlemlerimizde; insaf ve hakkı bulma niyetimizi ön plânda tutabiliyor muyuz? Yoksa kendi enâniyet ve şahsiyetimizi; birlikte çalıştığımız insanlardan ve toplumun yararından önde mi tutuyoruz? Yoksa: “Ben varsam, bu dünya da vardır, ben yoksam bu dünyada yoktur. Yansı bu dünya” mı diyoruz?
Diğer insanların hak ve menfaatlerini, toplumun refahını, dirlik ve düzenini; kendi hak ve menfaatleri kadar önemli görmeyen, nefsinin esiri, arızalı ve imansız beyninin esiri olmuş bir insan; ne kadar tam bir müslüman olabilir ki?
Yüzyıllardır devam etmekte olan; atadan, dededen görülerek ezbere yapılan ve artık alışkanlık haline gelmiş şekliyle; İSLAMIN BEŞ ŞARTI’NI yerine getirmekle çok iyi bir mümin ve müslüman olamayacağımızın farkına varmalıyız. Kur’an-ı Kerim’i çok iyi okumalıyız. Okuyup öğrenmeliyiz ve öğrendiklerimizle de; amel etmeliyiz.