Ön not/ Açıklama- Fragman 1: Bilim ve bilimsel ahlâkın temel kurumlarından olan ya da en azından öyle olması gereken üniversitelerde temel disiplinlerin günümüz koşullarında hangi seviyede olduğunun tespit ve tahlili olağan bir yazım etkinliğidir. Bu amaçla; zaman zaman ülke veya ülkeler arası platformlarda yetkin olduğu düşünülen otoriterlerin belirlenip tespit edilen bir konuda onların kendi alanlarında bilimsel makalelerinin istenilip neşredilmesi usûldendir. Bu yazı, üniversitelerimizde başta öğretim üyeleri olmak üzere; lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesine erişen kişi ve kitlelerin ihtiyaç duyacağı temel bilgileri edinmeleri için hazırlanan Sosyal Bilim, Etik ve Yöntem (Edt. O. Konuk- A. K. Bayram, 2009 Ank.) çalışma için bizden talep edilip neşredilen yazılarımız arasındadır.
“Tarih, Tarihçi ve Etik” adını verdiğimiz bu makale, özellikle “ahlâk” çerçevesinde ele alınan ve üzerinde yeterince durulmasının elzem olduğu az sayıdaki özgün çalışmalardan biridir. Ahlak ve etik merkezli çalışmalara belirli zamanlar içerisinde değinmek elzemdir, çünkü; esefle belirtmek gerekir ki, bir biçimde akademik unvanla ilintilendirilmiş, bilim adamı hüviyeti yerine “fitne,haset ve onursuz” luğu nesnel olarak kanıtlanabilecek bazı zihnen de bücür kalmış tiplere had bildirmek zorunluluk ve ahlaki sorumluluklarımız arasındadır. Nitekim, hak etmedikleri halde bazı kurumlara yapışıp kalma gailesinde olan eğreti ya da “yanaşma” diye addedilenlere yamanan yerli fitneler, yetersiz ama muhterislikleri nedeniyle “darü’l-nasr” veya “kutsal mekânlara vakf edilmiş” mertebesine gelen kentlerde kirlilik oluşturmaktadırlar.
Bu yazının neşrinden sonra ele alacağımız “Bilim, Üniversite ve Erzincan Üniversitesi” adlı yazı dizisinde, öncelikle bilim, bilim ahlakı, insan hakkı, gün ışığı demokrasisi, güvenilir cari hukuk çerçeveleri dahilinde bu kronik “ haset ve fitne” hastalığına yakalanmış tiplerin ismi, cismi yanı sıra onların bilimsel diye iddia ettikleri yazın paçavralarının deşifre edilmesi düşünülmektedir. Bu ve diğer yazılarımızın, bilimsel etiketlere sahip kılınan bazı ümmî fitneler ve haset hastalığına yakalanmışlar tarafından kavranılması zordur. Onlar için yazı sonunda geniş bir bibliyografya sunulmuştur. Umulur ki en azından “hadlerini bilmeleri” açısından yararlı olsun.
GİRİŞ
İnsanlığın geçmişi de dâhil, herhangi bir gerçeğin bilgisini elde etmek amacıyla, belirlenmiş yöntem ve araştırma teknikleri kullanılarak ele alınan konu ve sorunları irdeleyen bilimlerin potansiyel anlamda dinamik bir karakteri bulunmaktadır. Bu, daha önceden ortaya konulan bilgi ve kavramları değerlendirdiğimizde üretilebilen yeni bulguların gündeme gelmesinden anlaşılmaktadır. Tarih, günümüzde yapılan araştırmalar ve anlamlandırmalarla kendi nesnel çerçevesini yeni anlam ve açıklamalarla genişletirken, bilim olarak kendi niteliği üzerine yapılan çeşitli tartışmaların çokluğu içerisinde, mümkün olduğu kadar en sağlıklı çizgiyi bulma çabasındadır. Geçmişe ait insan etkinliklerini ve çabalarını ele alan tarih biliminin; kendi tanımı, yöntemi, anlayışı ve niteliği üzerine bir çabada bulunması oldukça ironik gözükmektedir. Ayrıca XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih biliminin üzerine yapılan tartışmalarda, tarihçiden çok diğer bilim adamlarının olması ise konuyu daha da ilginç kılmaktadır.
Tarihçi, belirlenmiş formlar içinde geçmişi bir anlatı olarak yazana kadar okurlar için tarih yoktur. Anlatıdan kastedilen, birbiri ardına sıralanan olayların bahsidir. Salt anlatım ise özgün ve somut kanıtlara yaslanmadığı sürece bir geçmiş hikâyesidir. Ne var ki, tarih adına yazılan pek çok eser bu özelliğe sahiptir. Bazı tarihçilerin yazdıklarında açıklamadan yoksun, olguları belirleyen nedenlerden uzak bol arşiv belgesi sunuluyor olması, günümüz anlayışlarından habersiz ve uzak olduğu sürece, bu çalışmalar meraklısına anlatılan belgesel masallarolmaktan öteye gidemeyecektir.
İbn Haldun’dan Alun Munslow’a, Carr’dan Braudel’e değin birçok bilim adamı için tarih, tarihçinin geçmişi yeniden kurması, onu inşâ etmesidir. İbn Haldun’un “ben yeni bir bilim olarak ‘ilmü’l-umran’ı ortaya koydum” ifadesinin altında, inşa edilen bir çabanın öyküsü bulunmaktadır. Bu çaba aynı zamanda tarih bilimini insan bilimlerinin tam da merkezine iten şeydir. Geçmişe ilişkin tüm bu çabalar insanın kendini diğer varlıklardan farklı kılan anlamlaştırma olgusunun ifade biçimidir. İnsan neslinin kendini ve hayatı süreç içinde anlamlı ve anlaşılabilir görme isteği ise, onun tarih merakı, tarih bilinci ve tarih algılanmasından ileri gelmektedir.
Tarih bilimi tartışmalarında ortaya çıkan temel sorun, tarihin nasıl bir bilim olduğundan çok, tarihin nasıl ifadelendirilmesinde yatmaktadır. Yalnızca tarih ya da diğer sosyal bilimler bir yana, doğa ve matematik bilimlerinin de bir ifade/anlatı biçiminin olması doğaldır. Nasıl ki diğer bilimlerin anlatısı edebî bir hikâye türü olmaktan ırak görülüyorsa, tarihin de en az onlar kadar hikâyeci olmaktan kurtulması mümkündür. Öncelikle tarih, varolan bir dünyada, olmuş bitmişliği ispatlanan olayların ele alınmasıdır. Klâsik anlamda meslekten bir tarihçi, anlatımını hangi üslûpla sunarsa sunsun, ne tür bir yorumda bulunursa bulunsun, geçmişe ait verilerin doğasına asla dokunmayacağını ve onu değiştirmeyeceğini bilir. Neleri yapıp yapmama konusundaki uyarının kaynağı, çağının niteliğinden haberdar, birikim sahibi ve konusuna hâkim tarihçinin kendisidir. Tarihçinin dışardan bir yönlendirmeyle yanlış olarak tanımlanan bir çizgiden korunması o toplumda ahlaken doğru olabilir, ancak, görece ahlaki olanın etik olarak da doğru olması beklenmez.
Tarihçiden, kendi toplumunun ahlaki kurallarına ya da ele aldığı toplumlardan herhangi birinin ahlaki yapısına bürünerek yorum yapması istenemez. Ahlaklar üstü ve fakat ahlaki bir çizgi olmaksızın tarihçi-okur arası güvenin kurulması ise zor gözükmektedir. Bu noktada etik devreye girecek, böylece, lokal ahlaki kalıplara saplanmaksızın iyi niyet ve dürüstlük zemininde genel kabul gören değerler çerçevesinde kalınabilecektir. Denilebilir ki tarihçinin tutumuyla etiğin amacı güven ve sorumluluk zemininde bütünleşmektedir. Tarihçiden beklenen “iyi temellendirilmiş ahlaki kararları kendi başına vermesi ve başka bir kimseye -ne herhangi bir otoriteye ne de sözde daha yetkili kişilere- teslim olunmaması gerektiğini gösterebilmesidir” (Pieper 1999 , s. 22). Tarihçinin sorumluluğu, özgürce düşünüp yorumladığını kanıtladığı oranda anlamlıdır. Bilim adamlarına ve tarihçiye güvenmenin asgari temeli de budur.
Tarihsel bir çalışma; bir uçta nesnel bir geçmişin duyulabilir, görülebilir, algılanabilir somutluğuna; diğer uçta şimdinin tüm bilimleriyle müştereken kazanılmış bilgilerle donatılı bir anlayışın zihinsel sonsuzluğuna, etik olarak da yeryüzünde insanca yaşamanın imkânlarına erişebilmenin önünü açabilen bir yetkinliğe sahiptir. Bu noktada inşâ edilen yalnızca geçmiş değil, köprü konusunda olan tarih sayesinde geleceğinde nasıl tasavvur olunabileceğine dair alternatiflerdir.
Bilim adına yapılan yeni bir çalışmada “daha önce ortada olmayan yeni bir bilgi üretilmiyorsa” (Giddens, 1999, 415) o çalışmanın fazla bir anlamı yoktur, diye görülebilir. Doğa bilimlerinde, toplum bilimlerinde, özelde tarih biliminde bunun önemsenmesi gerekir. Ancak genel tarih çalışmalarında bu göründüğünden çok daha zor ve oldukça büyük riskler taşımaktadır. Zira genel tarih, ortak geçmişi ifade etmesi nedeniyle, bilim çevrelerinde bilgi derinliğinden çok inanç örgüsüyle örtülü olarak ve sağduyu çerçevesi içinde belirlenme çabalarına maruz kalmıştır.
Bunları ifade etmekle, tarih biliminde sağduyu ve ortak bilgi alanının oluşmasının gereksizliliği anlaşılmamalıdır. İnsanlar arası ortak bilinç oluşumu, daha anlayışlı bir ortamda dünyayı paylaşmak adına zorunludur. Sorun; yeni bir dünya tarihi yazımında, farklı bilgilerle ortaya çıkmaktan kaynaklanmaktadır. Güçlük ise her nasıl olursa olsun yeni bir bilgi üretmekte değil, önce ortak bilgi ve sağduyu alanına kabul ettirilebilecek evsafta yeni bilgiyi üretmekte yatmaktadır (Giddens, 1999, 418).