Devlet ve Meşruiyet: İktidar, en geniş anlamda toplumda yönetme ve yönlendirme gücüdür. İnsanlar arasındaki ilişkilerin her düzeyinde görülür. İktidarı, yani erki elinde tutan birey ya da bireyler topluluğu, yönetimi altındakilerin istekleri olsun ya da olmasın, onları yönlendirebilir veya etkileyebilir. Elinde güç ve yetki bulunan herhangi bir organ ya da hükûmet, iktidarı ifade eder. Egemenlik ise genel anlamda herhangi bir devletin iktidarı kullanması anlamına gelir. Yasal bakımdan, egemenlik, devletin ayırıcı vasıflarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan devlet, sınırları belirli bir ülkede yaşaya halk üzerinde egemen olan yüksek otoritedir.
 
Devlet, temelde egemenlik ilişkilerinden oluşan bir kurum veya bir örgütten başka bir şey değildir. Ne var ki bu kurum veya örgüt, toplumsal hayatta mevcut diğer kurum ve örgütlerden oldukça farklı özelliklere sahiptir. Her şeyden önce devlet, diğer tüm toplumsal kurum ve örgütlerin en kapsamlısı olup onları da kapsamına almaktadır. Hiçbir kurum veya örgüt devlet egemenliğinin üzerinde olamaz; en üstünü ancak devlettir. Bu bakımdan devlet en yüksek yaptırım gücüne sahiptir. Bu gücün bir takım sınırlar dahilinde işlemesi onun üstünlüğünü ortadan kaldırmaz. Devlet bu egemen özelliğinden hareketle meşru cebir kullanma, emirlerini direnmeye rağmen zorla yaptırabilme özelliğine sahiptir. Diğer yandan devlet kurumuna veya örgütüne vatandaşların üyeliği mecburi üyeliktir. Bir devletin ülkesi üzerinde yaşayan insanların devlet üyeliği istendiğinde rahatlıkla terk edilecek bir üyelik değildir. Belli sorumlulukların yerine getirilmesi zorunludur.
 
Başta anarşizm olmak üzere, devlet örgütünün ortadan kalkması gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. Ancak, insan-toplum-yer yüzü gerçekliği penceresinden bakıldığında, devlet’in hâlâ zaruri bir kurum olduğu ortadadır. Günümüzde, devletin ortadan kalkması hâlinde oluşacak kaousun, kaosun da çok katı diktatörlük getireceğini anlamayan anarşizmin bu basit gerçeklik karşısındaki çaresizliği, onu marjinalleşmeye ve ciddiye alınamazlığa mahkûm etmektedir.

Siyasal Partiler: Siyasal partiler, belirli makamlara aday olan kişilerin toplandığı, düşünce ve ideolojilerin yayıldığı örgütsel araçlardır. Partiler, yönetim organlarını organize etmeye, onlara hakim olmaya ve ulusal çapta yol gösterticilik yapmaya çalışırlar.

Parti sistemleri, bir uçta çok partili sistemlerden diğer uçta tek partili tekelci devletlere kadar çok çeşitli biçimler alır. Çok partili sistemler Britanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Almanya gibi liberal demokratik toplumlarda güçlüyken, tek parti hakimiyeti özellikle Kenya ve Zimbabwe gibi Afrika ülkelerinde görülür. Parti sisteminin türünün, toplumun gelişim düzeniyle ilişkili olduğu ileri sürülmüştür, fakat ortaya çıkan sistemin türünü etkilemede yerel tarihsel ve siyasal faktörler muhtemelen çok daha önemlidir.

Çıkarla ilgili meseleler, liderler, eylemciler ve destekçilerin sosyo-ekonomik temellerini; partilerin benimsediği sosyo-politik ideolojileri, gücün parti örgütü tarafından kabul edilen farklı kollektiviteler arasındaki dağılımını ve desteği harekete geçirme tekniklerini kapsar. Konu, Alman sosyolog Robert Michels tarafından geniş olarak kaleme alınmıştır. Michels, örgütsel güç üzerinde durduğu bu çalışmasında, partinin giderek bürokratikleşmesiyle birlikte ona egemen olmaya başlayan parti liderleri ve yöneticilerinin oligarşik eğilimlerine dikkat çekmiştir. Lider ve yöneticilerin kişisel hedeflerine yönelik inanç ve tutumları, değişmez biçimde her partinin tabanını oluşturan insanların inanç ve tutumlarından çok daha az radikaldir. Dahası, örgütsel prosedürler halkın özlemlerini boğmaya katkıda bulunarak radikal hedeflerin gerçekleşmesini engellemektedir. Öte yandan, başka alanlardaki araştırmaların ortaya koyduğu kanıtlar, parti liderlerinin oligarşik eğilimlerinin –özellikle siyasal partilerin kurumsallaşmasını değerlendirirken- gerektiğini göstermiştir.

Siyaset bilimcileri ayrıca, partilerin siyasal süreçlerdeki rolünü ve farklı siyasal rejimlerin hangi ölçüde açık ya da kapalı diye nitelenebileceğini araştırmışlardır. Liberal görüşe baktığımızda, siyasal partilerin, baskı grupları ve diğer çıkar gruplarıyla birlikte, toplumdaki farklı sosyo-ekonomik grupların temsilcileri olarak bir iktidar yarışına girdiklerine dikkat çekildiğini görürüz. Açık biçimde yürütülen bu yarışın sonucunda ortaya çıkan çoğulcu siyasal sistemlerde, iktidar kümülatif değildir ve paylaşılmaktadır. Siyasal partilerin liberal demokrasilerde olumlu bir rol oynadığının vurgulanması, çok sayıda eleştiriye hedef olmuş, siyasal karar süreçlerinin belirli grupların egemenliği altında olduğu iddia edilmiştir. Dahası, gözlenebilir parti politikası incelenmeye değer bir olgu olarak görülürken, esas olarak pek göze çarpmayan, ince iktidar biçimlerinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Özetle, liberaller siyasal partilerin temsili demokrasilerdeki önemli rolünü vurgularken, neo-Marksistler siyasal partilere aynı derecede önemli bir rol atfetmezler. Kapitalist toplumlarda, başat ekonomik gücün aynı zamanda yönetici sınıf olmasından dolayı, parlamenter politikanın aldatıcı ve dikkatleri açık bir şekilde siyasal iktidarın gerçek kaynaklarından başka yöne çeken bir ideolojik strateji olduğu iddia edilmiştir. Ki bu iddianın önemi ve gerçekliği, hâlen yürürlülükte olan parlamenter yapılarda sarih olarak görülebilmektedir.