Siyasal Sistem: Hemen her ülkede kamusal yararlılıklar adına çeşitli amaçlar tasavvur edilir. Tasavvur edilen amaçların reel düzlemde olabilirliği kanaatine erişildiğinde, pratikte de bunların uygulanması yoluna gidilir. Siyasal sistem, bütün bir topluma şamil olarak genel amaçlar ve pratikler sürecinde oluşturulan kapsayıcı bir örgütlenmedir. Siyasal sistemin kapsayıcılığı uluslar arası arenada da o ülkenin niteliğini ve ilişkilerini belirlediği için her bireyin bir biçimde ilgi alanında olmak durumundadır. Bu nedenle oluşturulan siyasal sistemin, o ülkenin tarihi, kültürel, ekonomik ve toplumsal yapısı ile o ülkenin uluslar arası konumuna göre şekillendirilmesi gerekmektedir. Günümüz Türkiye’sinde henüz cari olan parlamenter sistemin tarihi gelişimi, kazandırdıkları ve zaafları ele alınırken, öncelikle ülkemizin genel yapısı, yüz yılımızın niteliği ve gelecekteki Türkiye için tasavvur edilen idealler çerçevesinde analiz edilmelidir.
 
Parlamenter Sistem ve Türkiye: Parlamenter sistemde iki ayrı organ sistemin omurgasını oluşturur: Parlamento ve devlet başkanı. Yürütme; parlamento içinden çıkan bakanlar kurulu ile başkan arasında paylaşılır. Esas olarak parlamento gücün merkezini teşkil eder ve devlet başkanının (cumhuriyetlerde cumhurbaşkanının) rolü semboliktir. Ancak, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının bazılarını darbe sonrasında, bazılarının da gizli ya da açık vesayetçi güçler tarafından belirlenmiş olması, vesayetçilerin menfaatleri korunabilsin diye başkanın yetki alanı gerekenden fazla tutulmuştur. 1960 sonrasında gerçek anlamda ilk sivil cumhurbaşkanı Turgut Özal olmuştur ve genel kriterler açısından cumhurbaşkanlığına verilen yetkileri önemli ölçüde olumlu yönde kullanma çabasında bulunmuştur. Süleyman Demirel ise Turgut Özal’ın siviller adına gösterdiği inisiyatif ve siyasal cesareti sayesinde açılan yeni dönemde parlamentonun seçtiği isimdir. Turgut Özal’ın sayesinde cumhurbaşkanı olabilme imkânlarına ve cesaretine sahip kılınan Süleyman Demirel, bu görevde de askeri ve sivil vesayetçi anlayışa yakın durmuş, 28 Şubat olarak bilinen süreçte millî iradeye inat demokrasi dışı güçlerden yana bir tavır sergilemiştir. S. Demirel’in cumhurbaşkanlığından geriye akılda kalan “demokrasi münafığı” deyimidir.
 
Türk siyaset tarihin Demirel sonrasında yargı bürokrasisinden gelen bir isim belirlenerek cumhurbaşkanı yapılmıştır. Bu dönem; yargıdan gelen bürokrat, kendini cumhurbaşkanı mevkiine getiren dönemin başbakanı B. Ecevit’e “anayasa kitapçığı fırlatması” yla ve önüne gelen önemli kararları tek boyutlu açıdan değerlendirip “veto etmesiyle”, siyasal bilgi ve donanım yoksunluğundan olmalı ki, hemen hiçbir konuda kamu oyu önünde çıkıp düşüncelerini açamama konumuyla tanınmış, bugün ise adı dahi hatırlanamamaktadır.

Halkın hep rahmetle andığı Turgut Özal’ın 1993 yılı vakitsiz ölümünden 2002 yılına kadar geçen yaklaşık on yıl, Türkiye’nin kayıp zamanı olarak tespit ve teyit edilmektedir. Ak Parti öncesi üçlü koalisyon (DYP-MHP-ANAP), sadece Türkiye’nin değil, yüzyıl içinde yer yüzünün en vasıfsız ve beceriksiz hükûmeti olarak yerini almıştır. Ancak, parlamenter sistemin zaafları yanı sıra darbeler nedeniyle yer yer siyasal çalkantılar geçiren Cumhuriyet Türkiyesi’nde (en beceriksizi olsa da) yalnızca son koalisyon hükûmeti değil, daha önceki koalisyon hükûmetlerinin de gerekli performansa sahip olamadıkları, hatta 1980 öncesinde darbecilere bahane üretecek handikaplara neden oldukları bilinmektedir.

Türkiye’nin parlamenter sistem içinde idare edildiği siyasal tarih, olumlu ya da olumsuz yönde nükseden sapmalar tarihidir de. Nitekim, bu sistemin genel kuralları arasında başkanın meclis tarafından ve meclis içinden seçilmesi gerekirken, çeşitli nedenlerle meclis dışı asker kökenli veya siyasal derinlikten mahrum bürokrat kişiler bu mevkiye getirilmişlerdir. Bu tür sapmalar, sistemde parlamentonun ağırlıklı olması gerekirken, parlamento dışı güçlerin etkin olmasına neden olmuştur.

Sivil inisiyatifin ağırlıklı olduğu ve sivil cumhurbaşkanı seçimi için yapılan bazı girişimlerin, ülke yönetiminde makuliyeti öngören hukukun ruhuna aykırı, yasal laf cambazlıklarıyla engellenildiği de olmuştur. Nitekim Türk siyasal ve hukuk tarihine “367 garabeti” olarak geçen olay budur.

Demokratik ülkelerde temsilde adalet ve yönetimde istikrarın oluşması büyük önem taşımaktadır. Ancak parti ve particiliğin başat olduğu parlamenter sistemin niteliği bu dengeyi sağlamakta genellikle başarısızdır.

Parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığı sağlanabilmekle birlikte, bu ayrışmanın karşılıklı güven bağlamında uyumlu çalışabilmesi konusunda başarılı olduğunu söylemek zordur. Yakın ya da uzak tarihimizde yaşanılanlara bakıldığında; teamülen sembolik olması addedilen, ancak sorumsuz ve fakat yetkilerle mücehhez başkan (cumhurbaşkanı), yürütmenin başı ve kararların fiili uygulayıcısı konumunda olup halka hesap vermekle sorumlu başbakan, kanunların zırhı arkasında hukukun ötesine savrulup siyasal konulara müdahaleyi doğallaştıran yargı arasında zaman zaman gerilimlerin olduğu bilinmektedir. Çeşitli partiler tarafından oluşturulan ve yasamanın temel amacı ve ruhunu esas almaktan çok “particiliği” esas edinen yapılar ise bu tür gerilimlerde objektif olmaktan, genel kamusal menfaatleri gözetmekten çok kendi partilerinin çıkarı uğruna hareket ettikleri konusunda düz dünya vakalar mevcuttur.

Demokrasilerde parti, demokratik sistemin önemli bir argümanı ve organları arasındadır. Ancak, partilerin araç olma doğallığından çıkarılıp amaçsal konumlara konulması, bireyleri de parti taassubu yolunda biçimlendirmekte, “kemikleşmiş oy” deyiminden de anlaşılacağı üzre, “özgür düşünemeyen kemik kafalı vatandaş” profili çoğaltmaya matuf sonuçlar üretmektedir.