Bir önceki köşe yazımda, “Aşıyı Biz Neden Bulamadık” başlığıyla geldiğimiz noktada zihniyet çarpıklığına dikkat çekmiş, bu durumun da daha çok eğitim ve kültür alanından kaynaklandığını tespit ederek çözüme dönük bazı ipuçları vermeye çalışmıştım.
Bugünkü yazımda bu konuyu biraz daha açarak irdelemeye çalışacağım. Zira, bu konu asırların getirdiği birtakım sorunları üzerinde barındıran, devletimizin ve milletimizin bekası için üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.
Batılı devletler, dogmatik unsurlar ve çarpık uygulamalarla dolu Hıristiyanlık karşısında çareyi din ile bilimi; kilise ile sanayiyi birbirinden ayırmakta buldu. Neticede kilisenin tasallutundan kurtulan bilim insanları aklın ışığında yeni keşifler ve buluşlarla modernizmin yolunu açtılar.
Aynı zihniyeti ve yaklaşımı bizim için de arzulayan Batı, bu yolla İslam’ı kendi dinleriyle bir tutup akılları sıra Müslümanları da geri kalmışlıktan kurtaracaklarını ima ediyorlardı.
Oysa unuttukları bir şey vardı. O da İslam’ın kutsal kitabı olan Kur’an’a kendi kitapları İncil’de olduğu gibi dışarıdan müdahale edilmemiş olması yani beşer sözü katılmamış olmasıydı.
Bundan dolayı İslam, her türlü entrikaya rağmen asırlarca ayakta durabildi. Tek sorun, o yüce kitabın değişen ve gelişen çağlara uygun yorumlanmasındaydı.
Bu yüce kitaba göre, alemlerinin rabbinin değişmez yasaları vardı. Bu yasaları, yasa koyucu olanRab gerek afaki(kozmolojik) gerekse enfüsi (kişisel ve toplumsal) olarak insanlık alemine sunacaktı ve öyle de oldu. (Fussilet/53)
Bu anlamda, tabiatın kevni yasalarını koyan ile toplumların teşri yasalarını koyan Zat aynı olması hasebiyle bilimleri ayırmanın; birini dini ilan ederken öbürünü ladini (din dışı) ilan etmenin hiçbir anlamı yoktu.
Bir bilim insanımızın ifadesiyle; Bilimler arasında bir üstünlük derecesi kurmak ve hatta bilimleri dini bilimler ve din dışı bilimler diye ayırmak yanlıştı. (Şaban Ali Düzgün, Aydınlanmanın Keşif Araçları, s. 136)
Kur’an bırakın bilimleri birbirinden ayırmayı, ilmin artması ile Allah’ı hakkıyla tanıma arasında doğrudan bir ilişki kuruyor ve Allahlın kulları içerisinde O’dan en çok haşyet duyanların bilginler olduğunu deklare ediyordu. (Fatır, 28)
İslam bilginlerinin ittifakla belirttiğigibi akıl, bütün insanlara Allah tarafından verilen evrensel bir hidayet kaynağı idi. İmam Cafer’in deyimiyle, “peygamber insanın dışındaki akıl; akıl insanın içindeki peygamber” idi.
Peki ne oldu da bu bağlantı koptu? Bu bağlantı sağlam olduğu dönemlerde zirve yapan İslam alemi, bağlantı koptuğunda nasıl bir düşüşe sürüklendi?
Sorunun cevabı aslında kedisinde gizli. Kendince doğru yolu bulan Batının bize yutturduğu zokayı maalesef yuttuk. Yani biz de onların yaptığı gibi ‘din ile bilimi; cami ile cemiyeti;mektep ile medreseyi; akıl ile vahyi birbirinden ayırırsak kurtuluşa ereriz’ anlayışına kapıldık.
Nitekim, Kur’an ve dini ilimleri ilahiyatın konusu yaparken; fen ve teknoloji ilimlerini ladini (beşeri) ilimler kategorisine soktuk.
Geçmişte çocuklarımızı medreselere vererek onları ‘dinsizlik’ten koruyacağımızı düşündük. Aydınlanmanın dinden ve dini değerlerden uzaklaşıp bilime yönelmekte olduğu zehabına kapıldık.
O yüzden bir imamı/din görevlisini gördüğümüzde dini hatırlarken, bir bilim insanını gördüğümüzde seküler bir payeyi hatırlar olduk.
Halbuki işin aslı; ne din bilimin alternatif idi, ne de bilim dinin zıddı ve muhalifi idi. İkisi de aynı kaynaktan fışkıran farklı gözelerin görünümünden ibaretti.
Asırlar var ki bu anlamda kaht-ı rical (kaliteli insan) sıkıntısı çeken Osmanlı devletinde arayışlar hiç durmadan devam etti. Cumhuriyet’le birlikte kurulan ilahiyat fakülteleri ve sonrasında kurulan İmam-hatip Liseleriyle çözüm aranmaya çalışıldı.
Günümüzde hala tartışılan konuların başında gelen; kimilerine göre “laiklik elden gidiyor”, kimilerine göre de “din elden gidiyor” paranoyasının arka planında yatan da bu zihniyettir.
Şimdilerde daha iyi idrak ediyoruz ki aslında elden giden ne laikliktir ne de dindir. Elden giden maalesef, yanlış ve eksik eğitim programları ve müfredatlarıyla yetiştirilen evlatlarımızdır, yani geleceğimizdir.
Çözüm ise, diğer yazımda da ifade ettiğimi gibi tedaviyi ve reçeteyi bizim bünyemize hiç uygun olmayan yerlerde aramak yerine; kendi referanslarımıza ve tarihi gerçekliklerimize uygun olan bir zemin üzerinden aramaktır.
Bu zeminde akıl ile vahiy, din ile bilim, fikir ile zikir, seccade ile laboratuvar buluşacak; dinsiz bilim insanları yerine dindar bilim insanları, bağnaz din görevlileri yerine münevver/aydın ilim insanları yetişecektir.
Bunun için de dediğim gibi din ve dindarlık anlayışımızı; ibadetlerin tasnifi ve topluma yansıyan bakış açımızı; insani değer ve erdemlerin toplumsal hayattaki yeri ve önemi noktasını yeniden gözden geçirmekte fayda görüyorum.
Şunu unutmayalım; ferdi olarak yaptığımız ibadetlerin ecri kendimizedir ve Allah ile bizim aramızdadır. Toplumsal ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, toplum yararına yapılan hizmetlerin ecri ve geri dönüşü ise kendimizden öte tüm insanlığadır.
Merak etmeyin, bu bakış açısı ve zihniyet değişimi bizi aşıyı buldurmaya yetecektir. Laboratuvarda insanlık için hizmet üreten dindar nesiller, geçirdiği bu zaman diliminin ibadet olduğu bilinciyle kozmolojik ayetleri gün yüzüne çıkarmaya devam edeceklerdir.
Selam ve dua ile…