Başımızdan geçen olumsuz hadiselere hep “Kader” deriz.
Hayatımızın olumlu yönlerini ise hep başarılı ve akıllı olmamızla ilişkilendirir ve öyle niteleriz.
Oysa insanın işlediği her cürümün, her günahın, her olumsuzluğun adına “kader” dense idi, yeryüzünde suçlu insana rastlamak ne mümkündü?
O zaman neden her şeyi kadere yükleriz de, bir irademizin olduğunu, aşk, sevgi, merhamet, şefkat, sabır, metanet, heyecan, gayret gibi latifelerin insana bahşedilen en büyük sermaye olduğunun ve bu latifelerin boşuna verilmediğinin, insanın başına gelebilecek her türlü olumsuzluklarda, bu bahşedilen güzelliklerin, kötülükler, olumsuzluklar ve işlenebilecek cürümler karşısında paratoner olacağını neden hep göz ardı ederiz?
Şayet, insan kendi özünde mündemiç olan cevheri tam manası ile idrak edebilse, yaratılıştan kendisine verilen o güzel Rabbani hasletleri devam ettirebilse, evimizden, mahallemize, mahallemizden şehrimize, şehrimizden, bu güzel vatanımızın her karış toprağına sevginin, vefanın, merhametin tohumlarını ekebilsek, birlik ve bütünlüğün sağlandığı, kendi kaderini kendisi belirleyen, nitelikli insanların hüküm ferma olduğu bir ülkeye kim veya kimler kem gözle bakabilir, kimler plan üstüne plan kurabilir ki?
Ancak, insan kolaycılığa kaçtığı, her olumsuz hadiyse kendisinin dışında suçlu aradığı, oturduğu yerden dünyaya nizam vermeye çalıştığı içindir ki, ferdi ve içtimai sorunlarımızın üstesinden bir türlü gelemiyoruz.
Bireysel olarak işlediğimiz cürümlerde suçlunun adı hep “KADER”, toplumsal meselelerde ise, hep yönetenler ve duruma vaziyet edenler oluyor. İşte onun içindir ki ferdi sorumluluklarımızdan kendimiz soyutladığımızdan bir arpa boyu mesafe alamıyoruz.
İnsanın içinde uyuyan büyük dev “ene” yani benlik duygusu, nefis de diyebilirsiniz, insana kendisinin hep mükemmel olduğu yalanını devamlı telkin ediyor, insanda manevi çeşmelerden beslenemediğindendir ki, bu telkine hemen sarılıyor ve suçluyu hemen ilan ediyor: Kader veya bizi Yönetenler.
Gidişatın yönünü kavrayamayan insanlık kendi sürüklenişini hızlandırırken geleceğini de riske sokmuş oluyor. Benlik yastığına başını koyan insan öyle rüyalar, öyle hülyalar görmeye başlar ki, kendisine makamlardan makam beğenmeye, makama gelenleri de kerih görmeye başlar. Gafletin aslında kendisini nasıl sömürdüğünün farkına bile varamaz.
Benden ne olur diye sorgulamayan insan o gafletin salıncağında benden her şey olur hükmüne ulaşır, kazara o hırs tan ve kibirden bir makam devşirecek olur ise ,işte o zaman hem kendisi hem riayetindekiler için hüsran olur.
Hâlbuki Yusuf(As) gibi bir Peygamber bile, nefse asla itimat edilmez, nefis insana devamlı kendisi için hayırlı olmayan şerri telkin eder, nefis şerre meyillidir diye beyanda bulunur. İşte insanın zaaf ve boşlukları işte bu noktadadır.
Kendi zaaflarını bile insan devamlı tetikte olur. Zira Tefekkürün ve ilmin besleyici gücünden mahrum kalan her fert zaaflarının ve egosunun esiri haline gelir.
Nefsini bilen Rabbini bilir sözünün mukaddimesi ile Sokrates’in Delf tapınağının kapısına astığı” Nefsini tanı, kendini bil” sözü, hakikaten insanın ve insanlığın hayat serüveninde karşısına çıkabilecek ve onu hem dünyevi hem uhrevi yönden hüsrana uğratacak olumsuzluklar karşısında bir işaret taşı gibidir.
Öyle görünüyor ki, kendimizi büyük bir ustalıkla kandırdığımız ve başkalarına kendimizi anlatma hastalığından kurtulduğumuz gün, kendi kurtuluşumuzu hazırlarken, toplumsal kurtuluşumuzun gerçekleşmesine de öncülük etmiş olacağız.