OTOBÜS BEKLİYORUM…
Geçtiğimiz günlerde, köşe yazılarımı kaleme aldığım Doğu Gazetemizin önünden geçerken Gazetemizin sahibi Sayın Halil İbrahim Özdemir’in hal ve hatırını sorayım dedim. Selamlaşmadan sonra hal hatır sorunca, ne olsun hamdolsun iyiyim, otobüs bekliyorum, yolcuyuz yani dedi. Bir nevi belagat yapmıştı. Az sözle çok mana ifade ediyordu verdiği küçücük cevap…
Ancak o anda, zihnime Efendimiz (As) ‘ın bir ağacın altında dinlenip sonra da yoluna devam eden bir yolcu gibiyim buyurduğu mübarek sözü aklıma gelmişti.
Tabi oradan ayrılınca bir an düşündüm de, insan aslında kendisine verilen sınırlı hayatın ve verilen her nimetin emanet olduğu düşüncesi ile hareket eder ise, hayat turnikesindeki zorlukları aşmada kimsenin emeğine ve yüreğine basmamanın, haksızlığa geçit vermemenin verdiği vicdani rahatlık ve huzur içinde hayatını devam ettirir.
Dağdaki bir ceylan, dün kendisini avlamak isteyen aslandan süratle kaçıp kurtulmuş olabilir, ama dün kurtulmuş olması bugününü emniyetli kılmaz. İnsan da aynen öyle… Her gün yeniden avlanabilir, ayağı kayabilir, zengin iken fakir, itibarlı iken itibarsız olabilir. Küçük sebeplerden dolayı batabilir vücut gemisi bu dünyanın azgın dalgaları karşısında.
Onun içindir ki, bu azgın dünyanın azgın dalgaları karşısında emniyette kalabilmenin bir yolu da, insanın ara sıra gözlerini kendi içine çevirmesidir. Dışını cilalayıp parlattıkça, kirlenen ve paslanan iç dünyasında bir çöp evinin olduğunun farkına varmasıdır. Bu aslında insanın kendisini sorguya çekme ameliyesidir…
Hayatı daha iyi nasıl yaşarım sorusuna cevap aramadır insanın kendi içindeki cehenneme inebilmesi. Gayet tabii ki bu cehenneme inebilmek o kadar da kolay değildir. Cesaretimizi toplayıp hadi bir kereliğine olsun inelim o içimizdeki Cehenneme…
Yanlış anlaşılmasın ben önce kendi cehennemime inmek istiyorum, hisse almak isteyen alır.
Şimdi ceplerimizi boşaltmaktan başlayalım, mesleğini, kariyerini, makamını, mansıbını çıkarıp koy masanın üzerine… Çıkar başka üzerinde ne varsa telefonun, rayban gözlüğün, arabanın anahtarları, çıkar çıkar başka ne varsa, hiçbir şey kalmayıncaya kadar.
Sonra sevdiklerini, eşini, çocuklarını, dostlarını… dahası, sence değerli olan ve canına can katan oyun ve oyalanmadan ibaret olan tüm oyuncaklarını, hayatın her anında onlarla yatıp onlarla kalktığın ne var ise hepsini hayalen bir süreliğine çıkar, bunların sana ait olmadıklarını var say ve anadan üryan , çırılçıplak kal öylece.. Sadece bir kereliğine.
Nasıl Görünüyorsun? Sakın inkâr edeyim deme İŞTE “SEN “BUSUN.
Eğer tüm bu çıkarıp soyunduklarından sonra geriye kalan sen hoşuna gitti ise, memnun isen, ne güzel. Mübarek olsun.
Yok, hoşuna gitmedi ise, rahatsız oldun, kendini çıplak, emniyetsiz, dayanıksız ve dayanaksız, kimsesiz, çaresiz, güçsüz ve değersiz hissetti isen, NE KÖTÜ…
İşte bu kötü hissettiğin anda sor kendine ben kimim, neyim, neciyim, nereden geliyorum, nereye gideceğim, ne olacağım sor hadi sor kendine.
Hepsi gitmiş, hepsi seni terk etmiş farz et ve geride kalan “Sen”’in kim olduğunu söyle. YOLCU olduğunu düşün yeniden. Yolda giderken bulup cebine doldurduğun tüm süslü ve göz alıcı, asıl görmen gerekenlerin önüne kocaman bir perde çeken süfli, aldatıcı şeyleri ve kendini düşün.
Onların seni sen yapan şeyler olup olmadığını, onlarsız senin ne olduğunu bir anlamlandırmaya çalış ki, “sen” deki “sen”in kim olduğunu o zaman anlayabilesin.
Çıplak kaldıktan sonra geride kalan seni görmeye çalış.
İşte o “Sen”, Gerçek “Sensin”.
Görene, köre ne demişler. Ne de güzel demişler, göz var cihanı görür, göz var gördüklerini görmez.
Velhasıl Yaşamak, günlerin büyüsünü kırmakla mümkündür. İnsanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını da giyse yinede çıplaktır. İnsanı dengede tutan, , Ne benim memleketim yalnız bu dünyadır, Ne de bu dünya benim memleketim değildir düşüncesinde hayat yaşamaktır olsa gerek.
Ne Mutlu! Tedarikini yolculuğun gereklerine göre yapıp, o minvalde yaşayıp, ebediyete göçerken selametle kabir kapısından içeri girenlere…