Temel Dursun’a sormuş: “Nasılsın uşağum? Durumun nasil?”
Dursun: “İyiyim uşağum, sen nasilsin?”
Temel: “Anamdan doğduğum gibiyim; Başımda saçım yok; ağzımda dişim yok; altıma yapıyom, haberim yok.”
Kuran’ın “erzeli’l umur” dediği ömrün en sefil ve rezil dönemi, insanın ihtiyarlık dönemidir.
Görünürde hiç çekilmeyen, en çileli dönem olarak bakılan bu dönemin kendine has güzellikleri vardır.
Hele ki gençliğinde güzel işler yapanlar için bu dönem artık hasat dönemidir.
Öbür yandan gördüklerini geçirdiklerini yeni nesle aktarma ve paylaşma dönemidir.
Belki bu dönemde en büyük açmaz olarak görülen konu, ölümdür.
İnsanların en çok ürktüğü ve kendisine bir türlü konduramadığı şeydir ölüm.
Hâlbuki ölüm her an yaşanıyor.
Her akşam bir gün ölüyor, yeni bir gün doğuyor.
Özellikle kış mevsiminde adeta tabiat ölüyor; ilkbaharla birlikte yeniden canlanıyor.
Bedenimiz sürekli hücre değiştiriyor. Bir saniyede on bin alyuvar ölürken, bir o kadarı da yenileniyor.
Her akşam yatıp uyuduğumuzda yarı ölmüş oluyoruz.
Bu kadar ölümle iç içe yaşarken, hala ölümü kabullenemeyişimizin çeşitli sebepleri var;
Bunların başında, kanaatimizce dünya sevgisinin ağır basması gelmektedir.
Ahirete iman noktasındaki tereddütler bir başka sebeptir.
Kişinin kendisini ölüme hazır hissetmemesi; ölümle yüzleşmekten kaçınacak ciddi açık ve zafiyetlerin olması gibi pek çok sebep sıralanabilir.
Kim olursa olsun, biraz da sırlarla dolu olan bir yolculuktan dolayı elbette herkesin farklı derecelerde ölüme karşı bir kaygısı vardır.
Ölümden korkmamanın tek çaresi belki de yine “ölümü öldürmek”ten geçmektedir.
Hani Hz. Peygamberin buyurduğu; “Ölmeden önce ölünüz!” sırrına mazhar olmakla ilgili bir durum.
Yani, daha dünyadayken ölümü bir realite olarak kabul edip ölüm sonrasına yatırım yapmak.
Bir anlamda ölümü görmezlikten gelip gafilâne yaşamaktansa, ölümle yüzleşerek her an ölme ihtimaliyle insanlığa yararlı kalıcı işler yapmak.
Allah dostları, ölümü bir idam olarak değil; dünyadaki meşakkatli yolculuktan sonra dar-ı beka ’ya yani asıl vatana dönüş olarak görmüşlerdir.
Bunun yanında, dünya sürgününden kurtuluş ve beraat olarak görenler olmuştur.
Yine, ölümü tebdil-i mekân veya suret ve boyut değiştirme olarak algılamışlardır.
Bu açıdan bakıldığında ölümün çirkin görünen yüzünün arkasında çok büyük güzellikler olduğu aşikârdır.
Bu açıdan bakan Hz. Mevlana’ya göre ölüm gecesi, vuslat gecesidir.
İnanan bir insan için ölüm bir son değil, kalıcı bir hayat için yeniden diriliş ve bir başlangıçtır.
Bu yüzden Hz. Ali Efendimiz; “insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” demişlerdir.
Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi; “Budur perde arkasından gelen haber/ hiç çirkin olsaydı ölür müydü peygamber”
Ölümün aslında ne büyük bir nimet olduğunu yine o eli ayağı tutmayan, ihtiyarlık acziyeti içine düşmüş yaşlılara sormak lazım.
Tabi onların hayatından ders çıkarıp hayır dualarını almak kaydıyla.
Ölümü bir türlü kabullenemeyen insanlara Nasrettin Hoca’ nın sorusunu sormak lazım:
“Doğduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun?”
Evet, ölüm var! Ölümün arkası var!
Hesap var! Mizan var!
Mükâfat var! Mücâzat var!
Biraz da bu açıdan bakıp şu mübarek ayın dingin atmosferinde tefekkür-ü mevt yapmak gerekir diye düşünüyorum.