Geçmişi ele alıp değerlendiren tarih biliminin öncelikle zihinsel bir üretim, yani potansiyel bir karakterinin olduğu noktasından hareket etmek, bizi tarih bilimi çerçevesinde sağlanmaya çalışılan ortak anlayışları, veri ve kavramsallaştırmaları yeniden gözden geçirmeye yöneltecektir. Elbette sosyal bilimlerde ve özellikle tarih biliminde, ilgili bilim adamlarının temel konularda aynı vurguları yapmaları, bazı gelişmeleri aynı kavramlarla ifade etmeleri önemlidir. İttifak edilen vurgu ve kavramlar, tarih bilimi geleneğinin oluşumunu ve bu gelenek içinde yeni bilgilerin alt yapısını teşkil etmektedir. Tarih biliminin kısa bir geçmişi bile, bu bilimin belirli zamanlarda ne gibi büyük anlayış ve yöntem değişikliklerine uğradığını, 1950’lerden sonra ise “yeni” diyebileceğimiz açılımlara kavuşturmak istendiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, çağımızın düşünce hareketleri içerisinde farklı bilimsel disiplinlere dâhil kişi ya da grupların da tarihe ilişkin olumlu ya da olumsuz eleştirileri, hatta saldırıları görmezlikten gelinemez. Bütün bunlar, tarih biliminin kendi temel kazanımlarını yeniden irdelemeyi, yapılan eleştirilere gerekirse cevap vermenin zorunlu olduğunu göstermektedir.
Batı dünyasının öncülüğünü yaptığı modernleşme süreci içinde çeşitli düşüncelerin biçimlendiği görülür. Bilimlerde uzmanlaşma, olayların parçalar hâlinde irdelenmesi, bireyci-subjektif yaklaşımlarbu mekanistik ve düalist aklın tezahürleridir. Ne var ki, oldukça yoğun ve hareketli geçen batı dünyası düşünce hareketlerinin, hayatı anlamak konusunda somut verilerle ortaya çıkmaması, bunun da ötesinde; bireysel ya da sosyal hayat içinde arzu edilir huzurun bulunulmaması, yine bizzat batılı düşünürlerden bazılarını, içinde bulundukları düşünce kaosu karşısında yeniden zihnî yapılanma konusunda gayrete sevketmiştir. İşte, Kant ve Hegel’de aza indirgenme mücadeleleri verilen kategoriler ekseninde evrensel olanı yakalama tutkusu, Max Scheler’de aktlar ya da anlamlaştırma ekseninde bir zihniyet dünyası oluşturma çabası, bir yönüyle hayatı anlaşılır, sade ve fakat kendi temel gerçeği içinde bilme uğraşının bir sonucu gibi gözükmektedir (Cassler 1988, 103 vd.; Erişirgil 1979, 72 vd.; Schheler, trhs. 52; Stace 1976, 133-147).
Avrupa’da oldukça çetin zihinsel uğraşlar sonucu varılan hayatın bütün olarak kavranılması anlayışı ve buna bağlı olarak da bilginin birliği, doğu dünyasında çok öteden beri mistik ya da felsefî düşünce serüveni içerisinde temel teşkil etmiştir. Capra, “gerçekliğin mekanist kavranışından bütüncül kavranışa doğru yönelen bu değişim hemen bütün alanlarda görülebilir ve muhtemelen içinde bulunduğumuz on yılı belirtmektedir” demekle, hayata bütün olarak bakmak gerektiği üzerinde durmuştur (Capra, 1989, 10). Bu nedenledir ki batılıların XX. yüzyılda artan bir istekle Taoizm’den Budizm’e, Hinduizm’den İslâm’a kadar yayılan doğu orijinli hareketlere yönelmesi oldukça anlamlıdır. Bu arayışlar, öncelikle batılıların kendilerine yeni bir çıkış kapısı bulma özlemlerini de ortaya koymaktadır.
Batıda ve doğuda “bilginin bilimi” konusunda yapılan çalışmalar azımsanacak gibi değildir. Sadredin Şirazi’nin Hareket-i Cevheri anlayışını ele alan bir çalışmada, doğunun bilgiye bakışı özgün bir biçimde işlenmiştir (Sürüş, 1984, 48-57). Ancak, bilginin insan idraki ve insanın bütünü kavrayışı konusundaki tavrının ne olması gerektiği, yani bilgi evreninin katmanlarını yeniden ve sürekli inşa etm ek; mümkün ya da var olan dünya içinde temel insan duyarlılığını daha sağlıklı olarak belirlememize imkân tanıyacaktır (Ayrıca bk. Attas, 1984, Schward, 1997; Açıkgenç, 1992; Piaget, 1992).
Tarihsel süreç içinde biriken veriler, bir bütün olan ve diğer türdeşleriyle ortak duyarlılığa sahip olan insanın, bütün zaman ve mekânlar içinde hayata karşı müşterek tavırlar sergilediğini ortaya koymaktadır. Bu müşterekler etrafında oluşturulan birliktelikler ise hayatın bağlantısız bloklar halinde oluşundan değil, ilişkili çok cepheliliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer bu yapı ayrıntılı bir biçimde ele alınırsa, insanlığın gelecekteki düşünce ekseninde pozitivist yaklaşımın ön gördüğü “gerçeklik dış nesnelerde zaten vardır” ya da idealist açılımlardaki gibi “evren semboliktir” türünden ortaya atılan (Sunar, 1986, 15 vd.). dogmaların artık anlamsızlığı anlaşılacaktır Kısaca, bilgi – hayat düzleminin birliği; nesne – sembol birliğinin de esası ya da eşdeğer ifadesidir.
Günümüzde bilginin bilimi konusundaki bilinçlenme ve bu doğrultuda her türlü bilimsel çabalarla ortaya konulan ürünlerin hayatın bütüncül anlaşılmasına önemli katkılar sağlayacaktır. Hayatın birliği bilincinde hareket edilerek geçmişten günümüze gelen fikir hareketlerinin analizini yapmak, tüm bilgilerin bileşen koordinatlarının tespitinde de önemli rol oynayabilecektir. Bu yaklaşım, lokal anlayış ve ahlak ilkelerinin bilimsel çabalarda ayak bağı olan tezahürlerini emisyona tabi tutarken, evrensel etik kuralların esas alındığı daha bütünleştirici, tarafsız, insancıl, sorumlu ama özgür bir dünya inşa etmenin mümkün alanlarının varlığını ön plana çıkaracaktır.
Olay ve olgu; tarihsel süreci inşa eden iki temel kavram
Tarih bilimine konu olan herhangi bir olay, kayda değer ve önemli olduğu kabul edilen insan etkinlikleridir. Bunlar, sürekliliği olmayan, tekil olarak belirlenebilen ve tekerrürü imkânsız oluşumlardır. Olgu ise, fiziksel olarak olmuş bitmiş gelişmelerin genelleştirilip insan zihninde sürekliliği olan bir gerçeklik olarak kavranılmasıdır. Savaş, barış, kültür, uygarlık, egemenlik gibi gerçeklikleri zihinsel etkinlikler olarak algılanan kavramların tümü birer olgudur. Bir başka deyişle; olgular sürekliliği olan zihinsel gerçeklikler, olaylar ise belli bir süre içinde meydana gelen olmuş bitmişliklerdir.
Bazı olaylar kendi fiziksel olmuş bitmişliğinden başka, sonraki çeşitli gelişmeleri kavramak amacıyla ifade edildiğinde olgu olarak kavranılabilir. Örneğin; 1789 Fransız İhtilâli, belgelerle kanıtlanan, fiziksel olarak ortaya çıktığı bilinen bir olaydır. Bu olay, kendi fizikselliğinden ayrı, daha sonraki toplumsal gelişme ve anlayışları belirlemek amacıyla etkin ve potansiyel bir gerçeklik olarak algılanmaya devam ettiği için olgu alanı içinde kullanılması mümkündür. Çünkü söz konusu olay, olmuş bitmişliğinin dışında birçok gelişmeleri de birlikte çağrıştırmakta, siyasal ve sosyal gelişimin önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Şu hâlde, seçilmiş bazı olaylar sınırlı bir sürecin kavranılması amacıyla fiziksel gerçekliğinin dışında algılanıyorsa bu olayların aynı zamanda olgusal niteliğe sahip kavramsal bir çerçeve olduğu kabul edilebilir.
Geçmişte olmuş bitmiş sayısız oluşumların her biri bir olaydır. Ancak tarihçiler tarafından ele alınmadıklarında ise hem önemsizdirler hem de bilinmezler. Tarihin ne olduğunun söylenmesi ve bilinmesi iddiası, iddia sahibinin zaten bir yorum gücünde bulunduğu anlamını taşır (K Jenkins, 1997, 80). Eğer tarihçi bu sayısız olmuş bitmişleri ele alırsa, bu tarihin olgu malzemesidir. Tarihçinin belirlenmeleri olguları oluşturur. Bunu vurgulayan Carr, her ne kadar pozitivist anlayış çerçevesinde ele alınan olgu tanımlamalarına ve nitelendirmelerine karşı olsa da, kendi yaklaşımı sonunda “nesnel” bir bilgi (dolayısıyla nesnel tarih) olamayacağı konusundaki fikirleri tartışmaya açıktır. Çünkü, geçmişte herhangi bir olayın vuku bulması, bizzat o olayın olduğunu; zihnimize yaşanan bir gerçeklilikten geldiğini, dolayısıyla “olgu” olarak nesnel bir yönünün varolduğunu kabul etmemiz gerekir. Kaldı ki Carr, belgelerle birlikte olguların tarihçi için zorunlu olduğunu da vurgulamıştır (Carr, 1987, 27). Bunun anlamı, bilim olarak tarihte olguların esas olduğudur. Şu hâlde, şimdi içinde geçmişin anlaşılması, olayların algılanıp zihinsel gerçekliğe taşınarak olgu kılınmasıdır. Bu soyutlamanın sonuçlarından biri ise tarihsel olguların sorunsal bir alana kaymasının kaçınılmazlığıdır.