Meğer sen ne büyük nimetmişsin ey özgürlük!
Evlerimize hapsolduğumuz şu günlerde şimdi seni daha iyi anlıyoruz.
Toplumdan tecrit olarak yaşayanları, kader mahkûmlarını çok daha iyi anlıyoruz.
Hastane köşelerinde inleyenleri, kalan ömrünü yatağa bağlı olarak geçirenleri…
Öz yurdunda garip, öz vatanında parya durumunda bırakılanları…
İnancından, düşüncesinden dolayı kodese tıkanıp bekleşenleri…
Dünyanın dört bir yanında zulüm altında inleyen, izolasyona tabi tutulanları…
Filistin’de, Gazze’de kendini yarı açık cezaevinde hissedenleri…
Doğu Türkistan’da despot Çin yönetiminin zulmüne maruz kalan soydaşlarımızı..
Budist çetelerin vahşi katliamlarına uğrayanArakanlı Müslümanları…
Emperyal güçlerin hegemonyası altında gün yüzü görmeyen Afganlıları..
Hindistan’ın işgali altındaki Keşmir Müslümanlarını…
Rus işgaliyle kendi kaderlerine terk edilen Kırım Tatarlarını…
İşgalci güçlerin kirli oyunlarıylayerindenyurdundanedilip göçe zorlanan Ortadoğu’nun mazlum halklarını..
Tarihin derinliklerine doğru gidersek; Hz. Yusuf’un Firavun ’un emriyle Mısır zindanlarına girip orayı nasıl medrese-i Yusufiye’ye çevirdiğini…
Hz. Yunus’un mücadelesi sonunda balığın karnına girmesi ve oradaki sabrını ve teslimiyetini..
Hz. İbrahim’in Nemrud’un yaktırdığı ateşe atıldıktan sonraki sabrını ve tevekkülünü..
Mağara ashabının verdikleri mücadelenin sonunda mağaraya sığınıp Allah’a yakarışlarını..
Mekke’yi, Mekke’de kendilerineambargo konulan ilk Müslümanları…
“…Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’(dan gelecek olan)’a karşı yine O’dan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı…” (Tevbe/118) ayetine muhatap olan Tebük Seferinden geri kalarak tövbe edip tövbesi kabul edilenleri..
Ve nihayet bugün caminin, cemaatin, toplu olarak yapılan ibadetlerin ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu çok daha iyi anladık.
Ve yine çok iyi anladık ki; “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantalitesiyle bir yere varılmıyor. Çünkü o yılan beslenip büyüyor ve sonunda zararı herkese dokunuyor.
Evet, bugün adeta Müslümanlar olarak Mekke dönemini yaşıyoruz.
Camiden, mescitten uzak; evlerimizi birer mescit ve okula dönüştürerek hayatımızı idame ettirmeye çalışıyoruz.
Yeryüzünün mescit olduğunu hatırlayarak, evimizi ve ev halkımızı yeniden keşfediyoruz.
Belki de yapmak isteyip de bir türlü yapamadığımız uzlet ve muhasebemizi yapmak zorunda bırakılıyoruz.
Biraz daha içimize dönüp ne büyük nimetlerin içerisinde olduğumuzun müdrikine vardırılıyoruz.
Ne kadar dışa dönük olursak olalım en büyük varlığın ve zenginliğin yanı başımızdakiler olduğunun farkındalığını yakalıyoruz.
Eşimizin ve evlatlarımızın bize emanet olduğunu tekrar hatırlayarak onlara olan sorumluluklarımızı bihakkın yerine getirmeye çalışıyoruz.
Allah sevdiği kuluna önce kaybettirip sonra buldururmuş derler ya; bizler de şimdilik ara verdiğimiz özgürlüğün ve dışa dönük faaliyetlerin hasretini çekmeye başlasak da sonunda inşallah kavuşacağız.
Yeter ki kimden geldiğini bilelim ve O’na olan görevlerimizi ihmal etmeyelim.