"Korkma, Üzülme ALLAH (cc) bizimle beraberdir"(Tevbe-40)

Kureyşliler inkârlarında diretirken, O (sav)bir çıkış yolu arıyordu. Taif'e gitti, fakat burada Taiflilerin taşlı saldırılarına maruz kaldı. Dönüşünden 1 gün sonra Akabe mevkiinde Medineli 6 kişi ile karşılaştı. Onlara Kur’an okudu ve onları İslâm'a davet etti. Bu daveti kendi aralarında değerlendirdikten sonra Müslüman olan Medineliler, memleketlerine gittiklerinde yakınlarını da bu durumdan haberdar ettiler.

Bir yıl sonra 12 kişilik bir grupla Mekke'ye tekrar gelerek Peygamber Efendimizle görüştüler ve "Hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Resulüne muhalefette bulunmamak” hususlarında söz verdiler.

Bu buluşmadan 1 yıl sonra 622 yılında 75 kişilik bir grup, hac mevsiminde Efendimizi Medine’ye davet etmek için Mekke'ye geldiler. Peygamber Efendimiz, onlara "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız;  yalnız O'na ibadet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip korumanızdır." buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımızda bizim için ne var?" dediler. Resulullah da: "Cennet var" buyurdular. Medineliler de "Bu kârlı alış veriştir" deyip biat ettiler.

Bu buluşmalardan sonra, ilk olarak Cahşoğulları ile başlayan hicret yolculuğu, sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Hamza ve diğer Müslümanlarla devam etti.  Hz. Ebû Bekir de onlarla hicret etmek istiyordu; fakat Peygamberimiz "Acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur." diyerek ondan sabretmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alarak birçok hikmeti içerinde barındıran hicret gününü beklemeye başladı. Hicret günü gelince sağlam yol arkadaşı ve tecrübeli rehberle, öğlen ile ikindi arasında, yani Arapların uyku saatinde, Medine’ye ters istikamette yola koyuldular. Gemiyi en son, kendisi terk etti. Yol arkadaşıyla birlikte, Kâbe’ye 3 km mesafede ve Kâbe’nin güneydoğusunda bulunan 759 metre yükseklikteki Sevr Dağı'na gizlendiler. Mekke’den haber ve yemek getirme işi, Hz Ebubekir’in oğlu Abdullah ve kızı Esma’ya verildi. Ayak izlerini kaybettirmek için de Hz Ebubekir’in çobanı, koyun sürülerini o mevkilerde otlattı.

Suikast kararı almış olan müşrikler ise, en mahir iz sürücülerle mağaranın önüne kadar geldiler. Hz. Ebû Bekir, “Ey Allah’ın Resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler” dedi. Resûlullah, “Lâ tahzen innallâhe meanâ”  (Korkma, üzülme ALLAH (cc) bizimle beraberdir" dedi.

Mağarada 3 gün kaldıktan sonra yola revan oldular. Hicret yolunu, ticaret yolundan farklı güzergâhtan belirleyerek, geceleri yol alıp, gündüz dinlendiler.

Bu mübarek yolculuktan asırlar sonra Mehmet Akif, bir milletin var olma mücadelesi ve ruhu olan Çanakkale Zaferi’ni;

Korkma!

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Diye resmederken, aynı şekilde M.Akif, İstiklal Marşı’mıza da;

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!

diye başlar.

Akif, İstiklal Marşı’nı kahraman milletimize ve ordumuza hediye ederek devletine ve milletine olan sevgisini göstermiştir. Din, vatan, namus ve mukaddesat uğruna daima mücadele etmiş, hayatıyla bir şiir olmuştur.

Serv Dağından “Korkma” diye nidalanan bu yolculuk, bütün dünyayı aydınlatmış; çağlar ötesinden bir millete ilham kaynağı olarak Çanakkale ruhumuz, İstiklal Marşı harcımız olmuştur.

Bu toprakları bize vatan yapmak için mukaddesat uğrunda mücadele edip, canlarını feda eden şehit ve gazilerimize selam ve dua ile... Rahmetler olsun….

Allah, bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”