BEN, SAHİDEN BENMİYİM…?

İnsanlığı manadan mahrum bırakan, merhamet duygularını dumura uğratarak maddenin maddeciliğin dar kalıpları içine hapseden Sekülerizm(Dünyevileşme) rüzgârı fertleri o kadar sıradanlaştırdı ki, o sıradanlaşmanın oluşturduğu olumsuzluklar içinde insani değerleri, fazilet ve erdemi, merhameti, saygı- sevgi ve sadakati arayanlar aradığını zannedenler birbirleri ile didişmekten bir şey üretmez oldular.

Mana çeşmesinden beslenmeyi baş ve yüce bir gaye ve hedef olarak belirleyemeyen kitleleri sekülerizm ahtapot gibi öylesine kolları arasına aldı ki, “anı yaşa” sloganı ile her geçen gün insanın oyalanacağı oyuncakları önüne serdi.

Kapitalist Batı, kapitalizmin temeli olan üretim ve tüketim ilişkileri denkleminde üretimi hep ama hep kendi elinde tutup, neyi üreteceğini de kendisi belirleyerek bu tüketimi bize dayattı.

Tüketime ilginin azaldığı anda da yeni cinliklerini gardıroplarından çıkarıp teşhir etmeye başladı.

En büyük zaman mevhumunu, televizyonlar, bilgisayarlar, akıllı telefonlar, devasa alışveriş Merkezleri, insanlardan çaldı ve senin ne yapıp yapmayacağına ben karar veririm dayatması ile daha dünden bu sistematik kuşatmaya büyük bir iştahla bakan insanlığı sahip olduğu değerlerden uzaklaştırdı.

Kanaatin yerini artık en büyük hedef olan kanatlanmak aldı. Yani, Kanaat etmek değil, ne yapıp edip meşru veya gayr-i meşru hiç fark etmez hangi yoldan olursa olsun dünyevi kazançlar elde ederek kanatlanıp uçmak aldı.

Ancak sıkıntılar, musibetler, belalar insanoğlunun başına musallat olmaya başlayınca, kendisi dışında herkesi suçlama, şikâyet serzeniş ardı ardına gelmeye başlıyor.

Öyle yaşanmış hikâyelere şahit oluyoruz ki;

Bir tanıdığımla karşılaştım. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra, ne yapıyorsun, günlerin nasıl geçiyor, bir işle uğraşıyor musun, çocuklar nasıl diye sorunca, derin bir iç çekip! Çocuklar mı? Ne çocuğu ya, evlat değil eşkıya… Diyerek konuşmasına devam etti. Ya Dostum dedi, geçenlerde çocuklarımın arkadaşları ile konuşmalarına şahit oldum. Evladım arkadaşlarına benim hakkımda konuşurken benden “bizim moruk” annesinden de “kocakarı” diye bahsediyordu.

Bu ifadeler karşısında sadece acı acı tebessüm ettim. Tanıdığım o dostuma günlerin nasıl geçiyor sorusunu yönelttim.

Cevap: Valla zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değilim. Nasıl yani dedim. Devam etti, Pazartesi şu dizi, Salı filan dizi, Çarşamba şu dizi, Perşembe, bu dizi, Cuma bir başka dizi, gündüzleri de evlilik programlarına takılıyorum, hanımda diğer dizileri çocuklarla beraber diğer odada beraber izliyorlar… Diğer zamanlar da da internete takılıyorum sosyal medyayı takip ediyorum diye şiir gibi döktürmeye devam edince, yani senin yarın için ne yapıp yapmayacağına bu cihazlar karar veriyor, senin yerine o düşünüyor öyle mi dediğimde, vicdanının derinliklerine adeta darbe indirdiğimi düşünmüş olacak ki, kaşları çatıldı, rahatsızlığını izhar etti.

Görünen o ki, manzara hiç iç açıcı değil. Mide ile tuvalet arasında mekik dokuyan nefsinin ve zevklerinin zebunu olmuş, birilerinin dayatmaları ve laklaklarına figüranlık yapmayı peşinen kabul ederek ömür tüketen insan tükeniyor ama maalesef ki insan bundan habersiz.

Aslında habersiz de değil, nefsine hoş geldiği için kandırılmanın devamı olan dünyevi her türlü şeye destek vererek zehirli balı emmeye devam ediyor.

Sonrası mı?

Mutsuz evlilikler, boşanmalar, evlat katili babalar, anne baba katili evlatlar, cinnetler, merhamet yokluğunun ve yoksunluğunun ürünü asi, ele avuca sığmaz evlatlar, çocuklar.

Aslan yetiştiricileri yetiştirdikleri aslan tarafından pençelenmeye devam ede dursun, bu büyük narkozlanmanın farkına varıp, uyananların sayısı bir elin parmakları kadar.

Öte taraftan Helal rızkın peşinde gayret sarf eden, akşam olunca bir masanı etrafında halka olup, huzur içinde karınlarını doyuran, doyururken nimeti değil nimeti vereni sena ederek evlatlarının talim ve terbiyesi için tir tir titreyen, inancını, idealini, ülkesini ve ülküsünü zirvelere taşımanın dışında hiçbir şey düşünmeyen babayiğitleri mumla arar olduk.

Şurasını anlayamıyoruz ki, zenginlik, servet, mal mülk, insanın körlüğünü ortadan kaldırmıyor. İnsanın kendi körlüğünü bilmemesi de katmerli körlük değil midir?

Gayret, azim, inanç, çaba, sabır, kanaat ve idealin yerini kazanmadan başarma gibi sömürü siteminin parçası olan insanlık toplumun sosyal dokusunu tarumar ediyor. Realizm sloganı ile idealizm katlediliyor.

İdealizmin tahtında icra memuru gibi zihinleri ipotek altına alan realizm savunucuları oturmuş, figüranlarını dolar, borsa, hisse senedi, faiz, tefecilik, tanınmış, film artistleri, şovmenler, holding patronları, insanları sömüren ekran cambazları, çanak çömlek kıranları ile hipnoz ediyor.

İnsan yüreği nerede diye haykırmak istiyor insan, ama paranın gücü bütün azameti ile yine her şeyi tuz buz ediyor.

Bozulan, yörüngesini ve istikametini kaybetmiş, Sırat-i Müstakim çizgisinden fersah fersah uzaklaşmış ruhların günahını servet değerindeki son model elbiseler, akıllı telefonlar, en modern arabalar bile örtemiyor, o kadar sırıtıyor ki, keşke insan bunu anlayıp ta bir duruş ortaya koyup bu gidiş nereye diye kendisine sorabilse…

Biz kendi yaratılış gayemizin farkında olabilsek, emellerimizi, arzularımızı, umutlarımızı ve ümitlerimizi, dünyamızı ve ahiretimizi kim sömürebilir ki?

Hayatın her vetiresinde sağdan sola, soldan sağa sürüklenip bir türlü kendisi olamayan, kendisi kalamayan, Ahsen-i takvim (en güzel şekilde yaratılış) sırrından habersiz olan, kendisine sunulan her şeyi şartsız, inanç süzgecinden geçirmeden kabul eden insanımızın kendisine sorması gereken soru:

Ben, sahiden “BENMİYİM” sorusudur.