Cuma Sohbetleri
23.01.2015
            Manevî İflasın Diğer Adı: Kul Hakkı
            İslâmiyetin temel hedefi, insanların hem Allah ve insanlar ile hem de diğer canlı-cansız varlıklar ve eşyâ ile ilişkisini “adalet” ölçüleri içerisinde düzenlemektir. Kur’an’daki adl emriyle, her şeyi yerli yerine koymak, hak sâhibine hakkını vermek ve orta yolu izlemek kastedilmektedir. Temel vasfı kulluk olan insanın diğer varlıklara karşı belli esâslar muvâcehesinde davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri ortadan kaldırması îmânın bir gereği sayılmaktadır. Nitekim bir hadîs-i Şerif’te peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: Îmân, yetmiş şu kadar şûbedir. Bunun en yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur demek; en aşağı derecesi ise yolda insanlara ve diğer varlıklara engel olan, eziyet veren şeyi ortadan kaldırmaktır. (Müslim-İman,58)
            İnsanoğlunun en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın benliğinde nalıncı keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaafiyet vardır. Allah Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur. Bu durumu Kur’an’daki bir kısım âyetlerde şöyle temâşâ ederiz: Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından daha güzeldir.” (İsrâ,35)Ölçü ve tartıyı adâletle yerine getirin.” (Rahmân,9) Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin Rabbinin katında dîvan duracaklardır.” (Mutaffifîn,1-6)
            Aslında dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer. Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam olarak kullanmakta zorlanırlarsa, aynı şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âit hususlarda kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadırlar.
            Allâh’u Zülcelâl Hazretlerinin (c.c.) önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli kullanma gereğini bir “âhiret meselesi” olarak koyması çok câlib-i dikkattir. Bu dünyâda zorbalık ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin, hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla vurguladığı konulardır.
            Şu hadîs-i şerif, bu konudaki en çarpıcı örneklerden birini bize gösterir. Allah Resûlü ashâbına: Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâmdan bazıları: “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur. (Müslim-Birr,59)
            Böyle bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümit beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını paralayacaktır. Bunların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk tanımazlık vardır.
            Kıyâmet günündeki hesaplaşmanın dehşetini anlatan Allah Resûlü’nün zikrettiğimiz hadîsinden başka boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağı” hadîsi de bu mevzuda son derce şâyân-ı dikkattir.(Müslim-Birr,60) Belki de bunun bir neticesi olarak İnkârcı kâfir de diyecek ki, “keşke toprak olsaydım.” (Nebe’,40)
            Müslümanların din kardeşleriyle olan ilişkilerinde Kur’an ayetleri gerek haklar konusunda ve gerek hayatın her alanındaki koşullarda meselelere karşı duyarlıklarını arttırmak zorundadır. Ticârî ilişkilerden komşuluğa, borç alışverişinden yolda yürüyüşe kadar hassâsiyet kesbetmesini gerekli kılmaktadır. Çünkü takvâ ehli bir Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı göstermedikçe kendisini beşerî münâsebetler terâzisine hile karıştırmış saymalıdır. Çünkü söz konusu âyetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği terâzi, sâdece kantar, gram ve metre değil, aynı zamanda adâlet ve insâf terâzisidir.
            Şu çok mühim esası da göz önünde bulundurmak gerekir: “Affetmek büyüklük, başkasının hakkını zâyi etmek ise zulümdür.” Allah Teâlâ azamet ve kibriyâsına yakışır bir biçimde kulunun kendisine taalluk eden haklarını bağışlar, ama huzûruna bir başkasının hakkıyla gelen kimseyi ise -hak sâhibinin hakkını zâyi etmemek için- bağışlamaz. Kur’an-ı Kerîm’deki: Kim zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzâl,8) âyeti kul hakkına taalluk eden günahları kapsamaktadır. Kul hakkının kapsamının genişliği sebebiyle Peygamberimiz bu konuda duyarlılık göstermiş ve vefât hastalığı sırasında mescide çıkıp minberden nasîhatler ettikten sonra halka hitâben: Kimin ben de bir hakkı varsa, altın ve gümüşün bir işe yaramadığı günde, benden isteyeceğine şimdi çıkıp istesin (Buhâri-Mezalim,10) buyurmuşlardır.
            Kul hakkı konusundaki duyarlılıklarımız, dünya hayâtındaki huzûru sağladığı gibi âhiret mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim eliyle, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını incitmenin kul hakkına taalluk ettiğini bilen; eline, diline, gözüne ve gönlüne sâhip olur. Toplum hayâtında her türlü imkânı başkalarını rahatsız etmeden kullanabilme becerisi bu duyarlılığı kazanmaya bağlıdır. Çünkü başkalarını rahatsız etme endişesi taşımayan; yaptıklarının başkalarını inciteceğini düşünmeyen kimse, kolaylıkla kul hakkına girebilir. Başkasının apartmanın ve evinin önüne rızâsı olmadan arabasını park edebilir. Trafikte kuralların kendisine vermediği hakları uyanıklıkla gasbetmeye çalışabilir, önüne geçtiği ya da sıkıştırdığı insanların haklarını ihlâl ettiğini düşünmez. Evinin saçağından ya da balkonundan akan suyun başkasının bahçesine ya da arabasına zarar vermesini önemsemez.
            Bizde kul hakkı denilince genellikle doğrudan başkasının malına ve canına taalluk eden haklar ile onlara verilecek zararlar akla gelmektedir. Oysaki kul hakkının içine insanları incitebilecek her türlü davranış girmekte; sözden, bakış, gıybet ve sû-i zanna kadar hepsi bu kapsam içinde yer almaktadır. Hattâ çevreyi ve çevrenin dengesini korumaya riâyet etmeyen; suya, havaya ve toprağa iyi davranmayan, trafik tabelalarını hedef yaparak nişancılık denemesi yapan, yollara zarar veren insanları bile pekâlâ bu kapsam içerisinde görmek gerekir.
            Bâzen farkında olarak, bâzen farkında olmadan gaflet ve dalgınlıkla irtikâb edilen bütün bu yanlışlar, insanlar için bir âhiret problemidir. Amellerin tartıldığı hesap gününde insanları mânen iflasa götürüp müflis duruma düşürebilir. Müflis olmaktan kurtulmanın yolu Allah’a karşı muhlis bir kul, insanlara karşı mûnis bir dost ve arkadaş olarak kul hakkına riâyetten geçmektedir.
            Kulluğu dürüstlük ve samimiyette, adalet ve hassasiyette, hikmet ve haysiyette arayanlara selam olsun.
Şeref İŞLEYEN