MEDYA, MODA, MANTALİTE VE: AİLE
Bir toplumu yıkmanın da, ayağa kaldırmanın da en önemli faktörü âiledir, bunu az veya çok herkes bilir.
Târih boyunca bu hep böyle olagelmiştir. Bu seyir içerisinde denilebilir ki, bir toplumu yıkmanın belki üç önemli yöntemi/boyutu vardır:
Medya, moda ve mantalite (düşünme/zihniyet ve anlam dünyası)...
Medya: TV dizileri, filmler, tiyatrolar, reklâmlar, internet, iletişim platformları vb. Bunlarla artık çok şeyi, hatta her şeyi değiştirip dönüştürmek mümkün.
Moda: İnsanın düşüncesi giyim-kuşamına, giyim-kuşamı düşüncesine göre şekilleniyor. Hâliyle insan üzerinde önemli bir etki gücüne sahip…
Çok şık giyimli birisiyle, pejmürde, dikkatsiz ve önemsiz giyinen birisine bakarak kafa yapısını, fikir örgüsünü anlayabiliyorsunuz. Mutlaka böyle olmasa da, önemli bir ağırlığı olduğu kesin.
Mantalite: Üzerimizde o kadar çok oyunlar oynadılar ki…
Erkekler üstün, kadınlar arka planda, yok kadınlar üstün erkekler geri planda… Ekonomik özgürlük, ezilmişlik, kadın hakları, feminizm, ataerkil, anaerkil, babaerkil… vs.
Bütün bunlar, mantalite dediğimiz “kişinin anlam/zihin dünyasının, fikir örgüsünün” hammaddesini oluşturmaya; ya yıkıp yok etmeye, ya da onarıp adam etmeye yönelik boyutunu şekillendirdi.
Oysa Kur’an kadın ve erkeği; “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” Hucûrât, 49/13. Beyânında, değerli olmayı “takvâ” esasına bağlamış, üstünlüğü;
“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” Nahl, 16/97. Prensibiyle “sâlih amel” esâsına hamletmiş,
“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar...” Nîsâ, 4/34. Mübârek beyanıyla da, aşağıdaki açıklamada görüldüğü üzere;
Erkeklerin maddi ve manevi özellikleri ile ekonomik rolleri, onların aile reisi olmalarını tabii kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum düzenle yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar.
Hakîkatte kadın erkeğe hayırlı bir eş, koca karısına hayırlı bir koruyucu eş, ikisinin birbirini tamamlayan ve biri olmazsa hayatın bir kısmı yarım kalan, sâlih evlatlar yetiştirerek hayâtı anlamlı kılan ve insanlığa iyilik sunan varlıklar olarak yaratıldı. Şu hâlimize bir bakın ki, bütün amacımızı birbirimizi ezmeye, üzmeye, yok etmeye, yurdundan yuvasından etmeye, elinde ne varsa onu kendi zimmetimize geçirmeye hasretmişiz.
Pozitivist, kapitalist ve materyalist odaklı olmayı bırakıp, hem madde hem de mânâ dünyamızı dengeleyecek, değer katacak, insanlığa fayda sunacak ve bizi hem dünya hem de âhiret mutluluğuna götürecek bir hayat istiyorsak ve;
Eğer bir değişim ve değiştirmeyi planlamışsak, fennimizi, tekniğimizi, tıbbımızı, mîmâr ve mühendislerimizin ufkunu, çağımızın yaşayışını kolaylaştıran materyalleri değiştirelim. Batıdan, Avrupa’dan en iyi ve ileri ameliyat tekniklerini alalım, en verimli bitkisel tohumları, en ileri teknolojik buluşları alalım ancak…
Bizim medeniyetimizin irfânı, ahlâkı, takvâsı, insanlık dersi bize yetecek kadar zengin ve soyludur. Onları kullanmak bizleri en uygar dünyaya, medeniyet ufkuna ulaştırmaya yetecektir. Bunun için başka limanlar aramaya gerek yoktur. Elimizin altında Kur’ân gibi erişilebilir yüce bir güç, sığınılabilir geniş bir liman mevcuttur.
Müslüman âile, kendi durumunu yeniden ve hızlı bir şekilde ele almak, kendi yapısını gözden geçirmek durumundadır.
Anne-babalarımız bize yemek hazırladığı, çay ikrâm ettiği için, elimizi sıcaktan soğuğa değdirmediği, ayağımız taşa değmesin diye üzerimize titrediği, yatağımızı hazırlayıp kirlenen çamaşırlarımızı yıkadığı-ütülediği… İçin hiç şikâyetçi olduklarını görmedik…
Ancak, şimdiki nesil mutfakta biriken çöpü dökmeye, bakkaldan eve ekmek almaya, bir-iki km’lik yolu yürümeye, evde yattığı yatağını-yorganını toplamaya, düzeltmeye… Üşeniyor.
Şu kadarcık eğitim ve ahlâkı, bilinçlendirmeyi bile çocuklarına çok görüp onları birer putçuklar haline getirmiş aileler var.
Oğlunu terbiye ederken ona “anneciğim” diye hitap edeninden tutunuz, kızına iffet dersi vermesi gerekirken, “daha o çok küçük, daha çok genç” diyerek çocuğunun her haylazlığına, özentisine göz yuman anne ve babalara tanık oluyoruz.
Çocuklarımız; ağızları besmelesiz, dilleri ve gönülleri şükürsüz yetişiyor…
Batının terminolojisinde olmayan şükür kavramı, aynen bizim nesillerimize de sirâyet etmiş.
Şükrün, tevekkülün, kanaatin öğretilmediği kavramlar, hâliyle yerini nankörlüğe, bencilliğe, çok yiyiciliğe, lüks ve isrâfa terkediyor.
Böylelikle maddi-manevi her açıdan, doyumsun bir nesil ortaya çıkıyor.
İnsanımızın oynanmadık bir kodu, GDO’suyla oynanmayan bir ihtiyâç maddesi kalmadı.
Bir şey bozulmadıysa onu tamir etmeye ihtiyaç yoktur. Ama bozulmadık bir şeyimiz, değerimiz kalmadıysa, âcil tedbirler almaktan, çok hızlı hareket etmekten, yeni bir inşâ modeli geliştirmekten başkaca hiç bir yolumuz yoktur.
Habire kreşler açmak, yeni huzur evleri inşâ etmek çözümün bir parçası değil, aksine çözümsüzlüğün kangren olmasına göz yummak demektir.
Anneler neden “anne”lik rolünü üstlenmez de, başka ücretli annelerin kendi çocuklarına “ana”lık etmelerini isterler?
Aileler, neden âilenin huzuru için Rabbimizin kitâbında her yolu göstermesine rağmen, evleri huzursuzluk çölüne çevirip te devletin huzuru sağlamasını ister, bunun için huzur evleri inşâ ederler. Huzûr evleri inşâ etmek yerine, huzur erleri inşâ edebilirsek, yürümeye bile yol bulamadığımız beton yığınları arasından bizi çekip kurtaracak nizâmı ve esenliği sağlayabiliriz.
Medya, moda ve mantalite örgüsünün birinci ayağı olan medya, çevirdikleri dizilerle evliliği kötü, aileyi huzursuzluk ortamı gibi gösterip, ünlü bir sanatçının boşanmasını; “boşanma salonuna güle oynaya gittiler” haberiyle güzel bir işmiş gibi sundular topluma… Bu haberi izleyen gençlerin ve belki de evlilikleri sallantıda olan birçok ailenin bilinçaltında, “demek ki boşanmak, o kadar da kötü bir şey değilmiş” algısı oluştu.
Şimdilerde batı, evliliği teşvik ediyor hatta 25 yaşına kadar evlenenlere ciddî teşvikler sağlıyor ve diyor ki; “üç yıl boyunca çocuğuna yeter ki sen bak, ben sana üstüne bir de maaş vereyim.” Bu durum bizim ülkemizde de geçerli ve yürürlükte bir uygulama.
Bizde insanlar, daha iki aylık çocuğunu bakıcıya bırakmayı göze alabiliyor. “Geçim endişesi” adı altında veya belki de “daha çok kazanmak” mantığıyla çocuğunu başka annelerin, terbiyecilerin ellerine bırakabiliyor. Bakıcı belki pedagojik formasyon eğitimi almış, hoplatmayı-zıplatmayı, oynatmayı iyi biliyor ve bunları yapıyor ancak, bir robot gibi ezberletilmiş davranışları sergilemek eğitim anlamına gelmiyor tabi. Hele rûh eğitimi denen şeyin esâmesi okunmuyor. Beden, rûh ve sevgi merkezli eğitimin en mükemmeli aile tarafından, ailede ise anne tarafından verilmesi gereken eğitimdir.
Fıtratı, ahlâkı, karakteri, akıl yürütmeyi çocuğa en iyi kazandıracak olan annedir. Anne, sevgiyi öğrettiği gibi çocuğuna, nefreti de -öğrenmesi gerektiği kadarını- çocuğuna öğretecek. Hayırlı bir evlat yetiştirmek, topluma faydalı bir genç yetiştirmek, “kapanmayan bir sâlih amel kapısı” demektir.
Kişinin öldükten sonra amel defterinin kapanmaması için muvaffak olması gereken üç şey var ki bunlar;
Hayırlı evlât, sâlih amel ve sadaka-i câriye’dir.
Evlâdın hayırlı olunca, hem sâlih amelini, hem de sadaka-i câriye müessesesini devam ettiriyorsun. O kadar önemli yani.
Gerek otorite, gerek kadını geri planda tutma ve gerekse ona sert, kırıcı davranma konusunda bizim babalarımızın da hataları vardı. Herkesin, her milleti bu anlamda geçmişten geleceğe uzanan bir hatalar yumağı var.
Erkek fiziksel şiddetle, kadın duygusal şiddetle birbirine karşı zaman zaman şiddeti körükleyebiliyor.
Erkek olsun, kadın olsun herkesin, sınırlarını bilmesi gerekiyor. Özgürlüğümüz nerede başlıyor, nerede bitiyor bilinmesi lâzım. “Ben istediğim her şeyi yapayım, erkek te ses çıkarmasın, bana katlansın” felsefesi barışçıl bir davranış içermiyor.
Evinin, ailesinin sorumluluğunu unutup, bütün yükü eşinin omuzlarına yükleyerek sokak serserisi gibi ortalıkta dolaşan babanın davranışı da huzur adına müspet bir netice vermeyecektir.
Varlığını ilâhî vahiyle, İslâmî düşünceyle kavga etmeye adamış olan bir akıl, insanlık için hayır getirmeyecektir, getirmedi de. Batı kaynaklı öğreti ve bazı eğitici kriterler de, batının İslâmı bir ihtiyaç, bir nizâm olarak değil de, bir kültür olarak gördüğü müddetçe bize sunduğunu çözüm olarak görmenin imkânı yoktur. Batı’nın dünyaya sunduğu küresel istikbâra topyekün karşı çıkmanın ise zamanı geçmektedir.
Ekonomik ve teknolojik anlamda her şeyimiz var. Arzu ettiğimiz her imkâna sahip olmuşuz. Evimiz var, arabalarımız var, bol çeşitli giysilerimiz, eşyalarımız var… Ama huzûr yok. Yine canlarımız sıkılıyor… İnsanlar sürekli bir arayış içerisinde… Yaşam koçlarına gidiyorlar, rehabilitasyon merkezlerinden çıkmıyorlar vs.
Çocuğunda bir problem görse; “ben çözmeye çalışayım” diye düşünmeden psikoloğa götürüyor. Kendisine ya da çocuğuna rehberlik etsin diye yaşam koçuna götürüyor. Kendisi o koçluğu yapmaya kendini yeterli görmüyor. Ne yapacak yaşam koçu? İnsanın ancak egosunu geliştirir, nefsini köreltmesine bir yararı dokunmaz.
Modern bilimin materyalist temele dayalı eğitim anlayışından, rûh terbiyesinden uzak ahlâk anlayışından kurtulup kendi öz kültürümüze, fıtrat benliğimize dönmenin ve hatasıyla/sevabıyla kendi medeniyet hamurumuzla yoğrulmamızın lüzumuna olan inancımızı bir kez daha yenilemek ve dillendirmek suretiyle, ne erkeğin, ne de kadının şiddet görmesine aslâ gönlümüzün razı olmadığını ifade etmek istiyoruz.
Bunu sağlamanın yolunun da, iki tarafın ödev ve sorumluluklarını bilmesi gerektiğini söylemekle beraber; sevgi ve muhabbet, hak ve adâlet, sabır ve metânet, bilgi ve hikmet bahçesinden Rabbimizin bizleri nasiplendirmesini niyâz ediyoruz.
Şeref İŞLEYEN
www.serefisleyen.com