“BİR ŞEHİRDEN DAHA FAZLASI : ERZİNCAN”
Sözlerin ağır geldiği noktalardan biride ayrılık sirenlerinin çalması ile başlar. Her insanın kendisini hususi manada bulduğu mecralar, mekânlar, insanlar ya da daha geniş çerçevede bakacaksak olursak, kendini bulduğu şehirler vardır. Efendiler Efendisi’nin(sav) Mekke’den ayrılırken, “Sen bana tüm şehirlerden güzelsin!” demesi de zannımca bunun bir yansımasıdır. İnsana kattığı değer ya da daha önemlisi insanı insan kılacak vasıfların elde edilmesine vesile olacak şehirler… Şüphesiz bu nokta da söylenecek  ilk sözünüz doğup büyüdüğünüz yer olarak tecelli edecektir fakat ben kendi iç dünyamda ve zihin âlemimde bu sözü evirip çevirip şöyle diyorum: “Doğup büyüdüğüm değil, kendimi bulduğum, beni ben yapan hususlara aşina olduğum şehirdir benim şehrim.”
Eğitim hayatımı sürdürmek için geldiğim bu şehir de, Şehr-i Cân’da, her şey benim için yeni başlıyordu fakat acı olansa bunun farkına şimdi varmam oldu, yani bu Cân’lar şehrine veda ederken. Dört yıl önce, on dört saatlik uzun bir yoldan gelip bu şehre girince  galiba dedim bu şehir de fazla barınamam fakat zamanla bu aziz memleketin havasını teneffüs edip, candan insanlarla muhabbeti kurarken her şey değişiverdi benim için.  Ve yeni bir hayata yelken açtığım Erzincan zamanla benim gönlümün başkenti, aynı zamanda aklımın sınırlarını zorladığım muazzam bir hayal kentim konumuna erişti. Belki birçok Erzincanlı kardeşim bu yazıyı okurken gülüp, ne kadar da duygusal ya da hayali cümleler sarf ediyor bu adam diyebilir ancak dışardan gelen biri olarak bunun böyle olmadığını belirtmek istiyorum. 
Özellikle bu şehre geldiğim ilk yıl da halkın arasında dillenen bir mevzu vardı o da Terzi Baba Hazretleri idi. Söylenenlere göre şehre manevi bir kimlik katan bu muhterem zatın ziyareti hayatına bereketli bir Erzincan katmak gibi bir şeydi. Daha kapısından içeri girmeden gördüğüm ve zihnime işlediğim, “Vallahi dünya için Allah demem!” cümlesi bile bu manevi atmosferi keşfetmem için yetmişti. Edeple kapısından girip lütufla gitmeyi dilerken, sessizce içimden mırıldanıp şöyle demiştim: “  Bu şehri ayakta tutan ne çok sessiz nefer varmış!”

Öte yandan maddi olarak da insanı neşelendiren ve insana bir dinçlik kazandıran bir görünümü var bu şehrin. Şöyle ki etrafını adeta nöbet tutan askerlere benzettiğim dağları bende hep bir azametin ruhunu uyandırıyorken, bağları, bahçeleri ile meşhur olan köyleri ise şükrün farklı bir tecellisini yaşatıyordu bana. Türküleriyle, kendine has sözleriyle, candan insanlarıyla ve şirinliğiyle beni etkileyen bu şehri Yahya Kemalin İstanbulu’na değiştirmem desem yeridir ve o güçlü Şairin aziz İstanbul’u benim cümlelerimde aziz Erzincan olarak yerini çoktan aldı.

Ailesinden uzak bir hayat süren bir insana yol gösterecek kişilerin asıl dostlar olduğunu da bu şehir de öğrendim. Ve bu şehir de öğrendim sevginin, muhabbetin ne güzel bir ışık olduğunu. Söz dostluk konusuna gelince adından bahsetmek istediğim benim için kıymetli bir Şehr-i Cânlı var. Erzincan’ı sevmemde, bu şehre sımsıkı bağlanmamda onun çok payı var. Üniversiteye kayıt için geldiğimde ilk tanıştığım kişiydi. Oturup sıcak demli çayları yudumlarken bu kişiyi sanki bu şehre gelmeden önce tanıyor gibiydim. Yabancılığımın verdiği tedirginliği üstümden atmama yardımcı olacak cümleler sarf ediyor, bir yandan da şehri tanımama vesile oluyordu. Zor zamanların gölgesinde büyüyen dostluğumuz gittikçe pekişiyor ve kardeşimin diline pelesenk olan bir cümlesi belki o farkında olmasa da bana ışık oluyordu. Ona mı ait, başkasına mı ait bilmiyorum ama her zaman durup durup şöyle söylerdi dostum Abdulkadir: “Bir umuttur yaşamak Hakoo!” Umutsuz girdiğim bu şehir benim için umudun yeni bir kapısıymış meğer şimdilerde çok iyi anlıyorum.
 
Ve bir de yol boyunca yanımda olan, kahrımızı çok çeken, demir attığı her limanda hüsrana uğrasa da yeniden güçlenerek ayağa kalkmayı başaran, gerçek dostluğu yaşayan ve yaşatan Muhammed kardeşimin payını inkâr edemem. Gönlünün zenginliği hayatına yansıyan kardeşim de şunu ifade ederdi her daim: “Başlayacağım yeniden, başlangıçlar tükenmeden.”
Nitekim anlatacak, yazacak çok kimsem var ancak sözün kısa olanı makbul derler. Netice itibariyle şunu ifade edebilirim ki beni ve bizleri ortak bir noktada buluşturan yine bu şehirdir ve her başlangıcın bir sonu, her yokuşun bir inişi olduğu gibi her vuslatın da bir ayrılığı kaçınılmazdır. Âcizane bir şiirimde bunu şu satırlarla dile getirmiştim:
“Bu, bir Takdir-i Hüdâ’dır:
Ömrümüz,
Mukadder bir firak zincirine müpteladır…”
Ben de bu şehrin gönlüne vuslatımı erdirdim fakat ayrılığına nasıl katlanacağım bilemiyorum.