İmanın insana kazandırdığı en ulvî hasletlerden biri de ahde vefadır.
Ahde vefa; yani sözünde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmak, özünde ve sözünde doğru olmak... Ayet ve hadislerde olgun müminlerin sıfatları arasında ahde vefa zikredilmiş (Mü'minun, 8; Meâric, 32), pek çok ayet-i kerimeyle de bu hususun üzerinde durulmuştur.
İnkârcılar arasında bile “el-emîn: güvenilir, sözünde duran” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'in vefa ve sadakatle dolu hayatı da önümüzdeki en güzel örnektir.
O halde ahde vefa, sâlih amel ve itikatla olgunlaşan kâmil müminin en bariz sıfatıdır. İnsanlık nereye giderse gitsin öyledir, öyle olmalıdır.
Ahde vefa veya kısaca vefa... Sözünü çiğnememek, sadık kalmak, dürüst olmak... Bu ulvi meziyetler sevginin, dostluğun ve kardeşliğin bağrında yetişir. Kin, nefret, haset onu her zaman boğmuş, daha doğmadan öldürmüştür. Vefa ancak sevgi, iyilik ve kardeşlik ikliminde boy atıp gelişebilir. Bu yüzden sözlükler vefa kelimesine, “sevgi ve dostlukta sebat etmek” anlamını da vermişlerdir.
Vefa, ödemek, yetişmek manalarına da gelir. Hiçbir inanç ayrımına girmeden insanlara karşı maddi ve manevi borçlarını ödemek, sıkıntılı anlarında din kardeşlerinin imdadına yetişip onların ihtiyaçlarını karşılamak da vefanın anlam dairesi içindedir.
Kur'an-ı Kerim, Allah'a iman eden bir müminin O'nunla ahitleştiğini, bu suretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına dâhil ettiğini açıklar. İster Allah'a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük açısından mümini borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine “ahde vefa” denir. Zaten onu üstün bir fazilet haline getiren şey de kişinin, her an taahhüdünün aksini yapma imkânı varken, verdiği sözüne sadık kalmasıdır.
Ahitle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa kefaret gerekir. Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı kefaretle ortadan kalkmaz. (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an)
Bu sebeple Kur'an-ı Kerim ahde vefanın üzerinde ısrarla durmuştur. Bir ayet-i kerimede: “Ahidlerinizi de yerine getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk vardır.” (İsra, 34) buyurulmuştur.
Allâh Teâlâ ile insan arasında kulluk ve ilâhlık mukavelesi vardır. Bu mukavelenin şartlarına riayet etmek farzlar üstü farzdır. “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım.” (Bakara, 40) ayeti bu mukaveleye işaret etmektedir. Yani siz, Allah'a verdiğiniz sözü hayatınıza aksettirip O'na ibadet ve kulluk edin ki, Allah da sizi şeytanın tasallutundan koruyup muhafaza etsin.
Allâh Teâlâ ile yapılan mukavelenin mesuliyeti çok büyüktür. Bu sözleşmenin önemli bir boyutunu da, ölümü göze almak teşkil eder. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur: “Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, ölürler, öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Ahdini Allah'tan daha çok yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir kazançtır” (Tevbe, 111)
Sahabe-i Kiram hazretleri, Cenab-ı Allah ile yaptığı anlaşmadan ve Resûlullah (s.a.v.)’e verdiği sözden hiç şaşmadılar. Sonuna kadar sadakatle devam ettiler. Cephelerde ekin biçilir gibi kılıç darbeleriyle biçildiler, fakat bir adım geriye gitmediler. O'nun rızası uğruna mal ve canlarını seve seve feda edecekleri hususunda ahitleşmede bulundular. Kur'an-ı Kerim onları söz ve ahitlerine bağlılığı ile destanlaştırırken şöyle buyurmaktadır: “İnananlardan öyle yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat etmiş; kimisi ahde vefa gösterip canını vermiş; kimisi de (şehitliği) beklemedeydi.” (Ahzab, 23)
Allâh’u Teâlâ ile yapılan mukavelenin şartları kullar arasındaki muameleyi de ihtiva etmektedir. “Allah'ın ahdini yerine getirin.” (En'am, 152) emrini âlimler; “gerek Allah'ın sizi sorumlu tuttuğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahitleri, adakları, yeminleri, akitleri; doğru olan her tür taahhüdü yerine getirin” şeklinde izah etmişlerdir. Ahde vefanın imandan olduğunu belirten Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz de, ahde aykırı davranmayı nifak alametlerinden saymıştır. (Buharî, Müslim)
Ahde vefasızlar dünyada rezil olacakları gibi, ahiret gününde de teşhir edilerek rezil edilecektir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Kıyamet gününde her vefasız için bir sancak dikilecek; bu filanın vefasızlığıdır, denilecektir.” (Buharî, Müslim)
Elest Bezmi'nde Allâh’u Teâlâ ile ruhlar arasında bir sözleşme (misak) yapılmıştır. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem Aleyhisselam'ın sulbünden zürriyetlerini almış ve onlara hitaben: “Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. “(Onlar da) evet Rabbimizsin, şahidiz, dediler. Kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.” (A'raf, 172)
Böylece insan ruhu, Rabbiyle yaptığı bu misaktan sonra fıtrî ve tabii bir sözleşme altına girmiş, O'nun terbiye ve emanetini kabul edip emirlerini yerine getirmeyi taahhüt etmiştir. Ayrıca dünyaya gelip vücut bulduktan sonra mümin, Rabbi’ ne ve O'nun Peygamberi’ ne iman etmekle yeni bir sözleşme daha yapmıştır. Bu sözleşmeye Hz. Resûlullah s.a.v. Efendimiz'in bütün emirleri ve O'nun sahabe-i kiram hazretlerinden aldığı bütün ahitler de dâhildir:
“Sana biat edenler, ancak Allah'a biat ediyorlar. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 10)
Antlaşmanın kısaca muhtevası emirlere uyup yasaklarından kaçınmak, şeytana kulluk etmekten uzak durmaktır. İnsanlar iman etseler de etmeseler de, emir ve yasakların hududunu aşmakla doğrudan şeytanın emrine girmiş olurlar:
“Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır diye ben sizinle ahitleşmedim mi? (Yasin, 60)
Rabbimize verdiğimiz ahd-u misaka sadık kalabilmek ve ahidlerimizi yerine getirebilmek duasıyla, okuyucularımı selamlıyorum.