Günümüzden 170 yıl kadar öncesi…

Yıllarca Terzi Baba Dergâhında, irfan ehlinin sonsuzluk pınarında dolan testi misali bir nevi olgunlaşan, pişen Hak aşığı Fizahi için; Erzincan'dan aşk dolu bir yolculuk başlar Kutsal Topraklara doğru.   Fırat gibi, Nil gibi çağlama vakti yaklaşmıştır artık. Ulu Divanda kendisine “Fizahi” mahlası verilmesi ardından adını bile unuturcasına sahiplenir yeni ismini. Gidecektir, şah damarından yakın hissettiği mekânsal uzaklara… Mevcudatın kalbine, Kabe-i Muazzama’ya; Mekke-i Mükerreme’ye; gül kokulu Hz Peygamber'e, Medine-i Münevvere’ye varmak istemektedir.

Tıpkı bir ışığın kelebeği cezbetmesi gibi, manevi aydınlık çağırmaktadır kendisini. Hoca Ahmet Yesevi’lerin, Yusuf el Hamadani’lerin, Hacı Bayram Veli’lerin ve Mürşidi Terzi Baba Hazretleri’nin gösterdiği yoldan yürüyüp gitmek ister.

Keşiş Dağları aşılıp Gümüşhanevi Hazretleri selamlanacak, Trabzon'dan deniz yoluyla İstanbul'a vasıl olunacak, Şeyhülislamın duaları ve Sultan-ı Azamın selamları eşliğinde Marmara ve Ege denizleri derken, Akdeniz'e yelken açılacaktır. Bazen yükünün hamalı olacak, bazen de kah at sırtında kah deve üzerinde yol alacaktır. Derken, tarifi imkânsız manevi bir haz içinde ve bir o kadar da meşakkatli bir yolculuk sonucu Kutsal Beldeye varmış olacaktır.

“Fizahi” ismi mana olarak hak bildiğini nefesi kesilene kadar, yüreğinin derinliklerinden haykırmak, yakarmak demektir. İnsanlar için yorucu kabul edilen Hac farizası, Onun için bir nevi dinlenme halidir. Herkesin istirahate çekilme anında, Onun için duygularını kâğıda dökme, aşk ateşiyle yanma vakti başlamış demektir. 6 ay kadar sürdüğü ifade edilen ziyaret süresinde, matbaada hazırlanmışçasına düzgün bir hatla yazılmış halde ve sayısı 70'i aşkın şiirle dolu muntazam Divanını hazır hale getirmiş olur.

Şairin Gazel, Müstezad‒gazel,  Kasîde, Mesnevî, Kıt‘a (Kıt‘a-i kebîre), Tercî‘‒bend,  Murabba‘, Destan, Koşma nev’inden şiirler yazmış olması ve bu şiirlerdeki yazım güzelliği, eserinde bir eğitim alıp almadığından bahsetmemiş olsa da, şairin şiir bilgisinde yeterli ve hünerli olduğunu anlayabiliriz

Devrin adabına uygun olarak mahlasından, şehrinden ve köyünden gayrı; şahsına dair hiçbir bilgi vermez; ismi esamesi hiçbir surette zikredilmez eserinde.  Bu yolla; belki de gayr-ı ihtiyari olarak Anadolu irfanının tevazu aynasından kendini yansıtmış olur. Kendisine ait hayat hikayesinin bilinen kısmı öz kızı tarafından aktarılmış kısıtlı bilgilere ve rivayetlere dayanır Fizahi’nin. 

İlahi aşkı, sonsuzluğu konu alan şiirlerinin birçok yerinde; kitabının insanlara ulaştırılmasını,  istifadelerine sunulmasını, okunmasını arzu ettiğini ifade eder. Benliğini, nefsini eserinden uzak tutmuş olması hasebiyle bu arzunun, yine insanlık için olduğu aşikârdır.

Sağlam bir edebi altyapısı olmasına rağmen, bir Anadolu ereni edasıyla şiirlerini Türkçe yazmaya büyük önem veren Fizahi şu dizeleriyle*;

ʿArabi Fāriside yoḳ maḳālim,

Luġat bābında hiç bir ḳil ü ḳālim

Yazuban Türkçe bir tanẓim-ü divan,

Oḳuyup añlaya her pir ü civan,

Bināsın Türkçe maʿnā üzre ḳurdum.

Döşürüp çoḳ çiçekler bunda dirdim.

Arapça veya Farsça’da niyeti olmadığını, herkesin rahatça anlayabilmesi için ana dili Türkçeyi tercih ettiğini, çiçek derleme güzelliğinde şiirler yazabildiğini; bu bağlamda Türkçenin yeterliğini ve hatta üstünlüğünü dile getirmektedir.

Mevzu eser, Erzincanlı Fizahi Divanı’nın; bir yurtiçi bir de uluslararası yolculuğunu vurgulamakta fayda vardır. Fizahi, çıktığı kutsal yolculuktan eserini tamamlamış olarak yurda dönüş yapmış ve ömrünü Cimin Beldesinde devam ettirmiştir. Çevresindekilere zaman zaman dile getirdiği “Payitahttan haber gelmedi.” Şeklindeki terennümünün kastı açıkça anlaşılmamakla birlikte genel olarak, kendisinin davet edileceğini beklediği yönünde algılanmıştır. Eserinden sadece bir nüsha mevcut olduğu ve davet edilirse, eserin İstanbul'a götürüleceği düşünülmüştür.

Bir zaman sonra emr-i Hak vaki olup, müellif dünyasını değiştirince; tek nüsha olduğu düşünülen eseri, öz kızına bir nevi emanet edilmiş olur.

Divanda yer alan;*

Ġāżi-i ʿAbdü’l-mecid sulṭān-ı şāh,

Ol ʿadālet maʿdeni ʿālem-penāh

Dāʾimā ʿömri mezid ola anın,

Ḫākisār ide ʿadū-ı düşmanın.

(Sultanlar sultanı Gazi Abdülmecit, adaletin cevheri ve âlemin sığınağıdır. Onun ömrü daim uzun olsun ve (o) bütün düşmanlarını yerle bir etsin.)

dizelerinden, Sultan Abdülmecid Han devrinde ve 1850’li yılların başında kaleme alındığı anlaşılan eserin hazırlanması akabinde; Balkan Savaşları, 93 Harbi, Birinci Cihan Harbi, Kurtuluş Savaşı gibi dünyanın seyrini değiştiren hadiseler vuku bulur. İmparatorlukların yıkıldığı, ulus-devletlerin kurulduğu ve her şeyin yeniden nizam bulduğu; yeni dengelerin yeni sistemlerin oluştuğu bir döneme girilmiştir artık. 

Türkiye'de Harf İnkılabı hayata geçirilmiş, bir yandan Latin abecesi hayata geçirilirken, diğer yandan da Arap alfabesi kullanımının engellenmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Ankara'dan gelen talimatlar zaman zaman taşrada farklı algılamalara, farklı uygulamalara mahal vermektedir.  Halkta oluşan panik havasıyla insanlar, Arap alfabesi ile yazılan eserleri; ya resmi makamlara teslim etmekteler ya da olabilecek yaptırımlardan korunmak adına içeriklerine bakmadan bizzat yok etme yoluna gitmektedirler.

Türkiye'de mevcut olan nüshasını kitaplığında muhafaza eden Kunduracı Muharrem Usta’nın anlatımıyla; “14-15 yaşlarında idim. Rahmetli anamın, kolunda altın bilezik olur, teşvikiyle başladığım kunduracı çıraklığında elim iş tutar hale gelmiştim. Kadınların o dönemde çarşı pazara pek çıkmıyor olması nedeniyle ve çocukluğumun da verdiği pratiklikle, mahalle içlerine, sokak aralarına kadar dalar, kadınların ve yaşlıların tamir edilmesi gereken ayakkabılarını toplar dükkâna getirirdim. Tabii gerekli tamiratı yapılan pabuçlar, ayakkabılar, kunduralar, yemeniler, nalınlar, çizmeler,  iskarpinler ve de çarıklardı. Her ne varsa emanetleri sahiplerine teslim etmek de yine bana düşerdi.

Güngörmüş insanlar bu süreçte imkânları ölçüsünde; bazen üç beş kuruş para, bazen yumurta, bulgur, tereyağı, gendeme cinsinden bahşiş vermeyi adetten sayarlardı. Tamirat paralarını da ustama teslim ederdim.

Medreselerin kapatılması ve Harf İnkılabının gerçekleştirilmesi üzerine yeni bir dönem başlamış oldu. Kolluk kuvvetlerinin bazen takındığı yersiz tutumlar, bazen halk arasında çıkarılan abartılı dedikodular; insanların ellerinde bulunan ve eski yazı diye tabir edilen eserlerin inzibatlara teslim edilmesi yönündeki emirler, toplumda bir kafa karışıklığına sebebiyet veriyordu. Bu eserlerin yakılarak imha edildiği ve eski yazı kitapları teslim etmeyenlere karşı cezalar verileceği yönündeki anlatımlar, insanlar arasında panik havasına oluşturmuştu.  İşte böyle bir dönemde elimde tamir edilmiş ayakkabılar olduğu halde mahalle arasında dolaşırken, ayakta durmakta zorluk çeken asırlık bir ahşap kapının tokmağını tıklatarak destur alıp avluya giriverdim.

Evin yaşlıca kadını, isli bir güveci bahçe ocağına koymuş yanında bir miktar çalı-çırpı ve bir yığın kitap olduğu halde tenceresini kaynatmaktaydı. Kadıncağızın yüzünde hüzünlü bir hal olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu ama gözlerindeki ağlamaklı halini dikkat kesilince fark edebildim.  Ocak kenarına yığdığı kitaplardan eline aldığı herhangi birini fersiz gözleriyle bir süre inceliyor ve bir vedalaşma iç çekişiyle öpüp başına koyuyor, göğsüne basıyor sonra da deri ve kemikten ibaret parmaklarının gücü nispetinde sayfaları koparıp ateşe teslim ediyordu. Yanına yaklaşarak, teyzem kolay gelsin, nasılsın ne yapıyorsun bu kitapları böyle deyince,  hoş geldin oğul tencere kaynatıyorum gördüğün gibi… Oğul hiç sorma! zaptiyeler eski yazı kitapları toplayıp yakıyormuş, evde kitap saklayanlara da ceza yağdırıyorlarmış. Ne karakola gidecek halim, ne de kitapları onlara teslim etmeye niyetim var. Bu eserler rahmetli babamdan kalmıştı ve kendi yazdığı kitap da var içlerinde. Okunsun diye yazmış ama yakılmak varmış kaderinde. Abdestimi alıyorum ve tövbe Bismillah eşliğinde yüreğime ateş salarak kendi ellerimle baba hatıralarını alevlere teslim ediyorum. Ne günlere kaldık görüyor musun?

İçlerinden bir kitap seçiverdi özenle ve Oğul, bak hele şu kitaba! Çok zor zamanlarda yokluk vakitlerinde rahmetli ne emeklerle yazmış bunları. Kitaplara dokundukça babamın nurlu yüzünü hatırlıyor, kokularını alır gibi oluyorum. Ne de güzel yazısı varmış, kenar çizgilerini ne kadar da düzgün çekmiş, görüyor musun? Hacda, Kâbe ikliminde 6 ayda yazdığını söylerdi ve bu kitabı ima ederek, İstanbul'dan bir davet olabileceğini ama belki ihmal edildiğini, haberin belki de yolda zayi olduğunu ifade ederdi. Elbette ki, şu ana kadar yakmak zorunda olduğum her kitap ruhuma eziyet verdi ama babamın kendi eserini ateşe atmak yüreğimde ayrı bir yara oluşturuyor. Ama ne çare!  Diyebildi yorgun sesiyle.

Hocamdan öğrendiğim adap üzerine, kitabı ihtimamla elime aldım. Adı, Fizahi Divanı idi ve sahife düzeni, beyitler, yazı şekli, kitaptaki intizam etkileyici bir güzelliğe sahipti.

-Teyzem, bu kitabı ayakkabı tamiratı karşılığında bana verir misin?

-Aman oğul! Sen ne diyorsun! Daha çocuk yaştasın, başına iş açarsın, derde girersin. Aman! yok yavrum yok. Hapiste unutulur gidersin. Sen hiç jandarma dipçiği yedin mi oğul, Allah korusun.

- Hanım Teyze, ben hepsini biliyorum. Birkaç yıl önce medresede ders okurken Jandarmalar gelip Hocama, medreseyi kapatmasını söylediler. Bir hafta sonra da hocamızı dipçik kuvveti ile ite kaka karakola götürdüler. Bir ayağının engelli olmasına aldırış etmeden. Biliyorum her şeyi, biliyorum neler olduğunu ve tahmin edebiliyorum neler olacağını. Lakin istersen onları bana ver ben muhafaza edeyim. Gerekirse bir mağara bulur orada muhafaza ederim. Bu günler elbet geçer ve insanlık bu kitaplara bir gün ihtiyaç duyar.

- İyi o zaman oğul! ayakkabıları şu sekinin üzerine bırak, kitapları da akşam karanlığında gel al. Her şeyde bir hayır vardır. Yakmak için elime her geldiğinde vazgeçip bir diğerini alıyordum. Ama nereye kadar! Yanacaktı bir vakit,  mutlaka yanacaktı. Biraz daha geç gelsen belki de yanmış olacaktı. Elim varmasa da, gönlüm el vermese de ateşle buluşacaktı. Açık söyleyeyim oğul! Belki babamın göz nuru, alın teri, el emeği olduğu için, belki başka bir sebeple… Ama sanki ateş bu kitabı yakmakta her defasında gönülsüz davranmaktaydı. Benim elim varmamakta, ateşte yakmaya kıyamamaktaydı. Oğul dikkatli ol görmesinler, bir duyan olursa şayet, benden aldığını unut tamam mı? Bu tükenmiş halimle karakolda kimseye laf anlatamam. Sen de başına iş açmayasın.

Tek nüsha olduğu düşünülen Fizahi Divanı gibi kapsamlı sayılabilecek bir eser, kunduracının kitaplığında el yazması önemli bir değer olarak; Taberi Tarihi, Tıbyan Tefsiri ve Marifetname ve daha nice nadide eserler arasında 70 yıl kadar muhafaza edilmiş olur.  Diğer bir yönüyle Erzincan sevdasını anlatan eski bir kaynak olması yanında, bu nezih şehrin Medine'ye vakfedildiğine dair yazılı bilgi de yine önemli bir kaynak olarak bu eserde yer almaktadır.

Son şiirinde Fizahi şöyle demektedir…

Erzurum sancağı Erzincan'danız.

Şol Kariyeyi Cimin gülşandanız.

Bağı bahçesi olup eşcarı çok,

Şu Cihan içinde anın emsali yok.

Her Nebahat-ı şecer anda biter,

Cümle etrafı eyalete yeter.

Çün Medine vakfıdır derler Cimin,

Hor bakanlar olalar zir-ü zemin.

Bağına bahçesine ermesin elem,

Fazlı lütfundan kıla, Hak çok kerem.

Her hatadan cümlesin hıfz eyleye,

Hep Kazamız nimetiyle toylaya.

Hem Halik, şehri kazamız köylerin

Hûb yaratmış Hüda kılmış şirin,

Alim ve fazılı çok salihin.

Rabbül İzzet cümleye ola muin,

Olalar Şer'i Şerif üzre mukim.

Hak nasip ede tarik-i müstakim.

(Şiirde geçen kelimelerin günümüz Türkçesinde karşılığı)

Eşcar: ağaçlar, şecer: ağaç, zir-ü zemin: yer altına girmek, yerle bir olmak, hûb: güzel, hoş, muin: yardımcı)

Eserin uluslararası yönü ile ilgili de gizemli sayılabilecek bir serüveni söz konusudur. Yazarın öz kızı dahi Divanın tek nüsha olarak kaleme alındığını düşünürken ve araştırmacıların tüm gayretine rağmen Türkiye kütüphanelerinde izine rastlayamazken, Divanın bir nüshasına Vatikan Kütüphanesinde, diğer iki nüshasına ise Üsküp ve Bağdat kütüphanelerinde ulaşılır. Erzincanlı Fizahi’nin eseri; Balkanlara, Orta Doğu’ya ve Avrupa’ya ulaşmıştır.

Muharrem ustanın dünyasını değiştirmesi akabinde Fizahi Divanı’nın muhafazası görevi, oğlu Mehmet Ali Akdağ tarafından üstlenilmiştir.  Kayıtlarda yer alabilmesi arzusuyla, Gazeteci Yazar Halil İbrahim Özdemir tarafından hazırlanmakta olan Erzincan Tarihi çalışmalarına gönderilen mütevazi bir bilgi notu; Fizahi Divanı adına, İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi Tuğba Koca tarafından başlatılan akademik çalışmaların tekemmül etmesi yönünde önemli bir adım kabul edilmiş olur. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Tuğba Koca, Kitâb-ı Fizâhî (İnceleme-Edisyon Kritikli Metin), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2021)

Fizahi Divanı,  öz yurdunda ateşte atılmaktan güç bela kurtulurken, hem İslam dünyasının hem de Hristiyan aleminin Kadim kütüphanelerinde el yazması nadide eser olarak yerini yüzyıl öncesinden almıştır. Fizahi Divanının yurt dışı serüveninin nasıl başladığı tam olarak bilinmemekle birlikte, yazarın Hac farizasını ifa ettiği dönemde eserini birkaç nüsha olarak yazdığı ve dönüş yolculuğunda Sadaret Makamına arz edilmek üzere yetkililere teslim etmesi akabinde, yetkililer tarafından farklı bölge veya ülkelerdeki kütüphanelere hediye edilmek üzere gönderilmiş olabileceği akla gelmektedir. Vatikan Kütüphanesinin orijinal eser tedarik etmedeki becerileri de diğer bir ihtimal olarak değerlendirilebilir.

Şiirlerinde övgüyle bahsettiği, Hak dostu Şems-i Hayal namıyla maruf Leblebici Süleyman Baba ile Fizahi arasında nazireleşme olduğu aşağıda takdim edilen eserlerden* anlaşılmaktadır.

Eyledi ʿaşḳ-ı fünūnım mevc ile ʿummānı hū

Düşdi bir derde derūnım derdimiñ dermānı hū ʿ

Aḳıl içre pür-cünūnım bend ider zencýr-i ʿaşḳ,

Ah ider dýde ʿuyūnım oḳuyup fermānı hū

Nār-ı ḥasret yaḳdı cānım çıḳdı eflāke duḫān,

Rūz ı şeb durmaz fiġānım çişmi āb oldı revan

Nuṭḳ idüp ḳalb zübānım zikr ider hū her zamān Vird-i hū

….

(Fizahi)

Girmüşiz bāzār-ı ʿaşḳa oḳuruz meydān-ı hū,

Tā elest bezminde ḳurduḳ böyle bir dývān-ı hū,

Çekmişiz el ġayrýden bir maḳṣūdımız,

Sen hemān İçmişiz cām-ı şarābı olmışız mestān-ı hū

Bulmışız faṣl-ı bahārı açıluruz gül gibi,

Görmişiz bāġ-ı cinānı zārımız bülbül gibi,

İrgürüp bād-ı nesýmiñ nisbetim sünbül gibi,

Seyrimiz seyrān içinde devrimiz devrān-ı hū

….

(Leblebici Baba)

Sevenleri tarafından sonradan derlenen Leblebici Baba Divanı örnekleri Bursa ve İstanbul Kütüphanelerinde kayıtlı iken; Fizahi Divanı örnekleri Anadolu’da kayıtlarda yer almazken; Vatikan, Üsküp, Bağdad kütüphanelerinde yer almasının nedeni tam olarak anlaşılamamıştır.

Fizahi’nin Türkiye Kütüphanelerinde kaydı olmaması, isminin bilinmemesi veya yeterince sahip çıkılamamış olması nedeniyle Üsküp ve Bağdat Kütüphane kayıtlarındaki eser künyesinde;  Edirneli Fezai Mehmet Efendi diye ibare düşülmüştür. Divan içeriğinde; Eser sahibinin şehiri, köyü, mürşidi açık olarak beyan edilmiş olmasına rağmen; muhtemeldir ki sahipsizlikten dolayı, Erzincanlı Fizahi’nin Divanına alakasız bir isimle bağlantı yapılmıştır.

Nitekim, okunması arzusu sıklıkla dile getirilen Erzincanlı Fizahi’nin el yazması divanı; bir yandan ateşin kıyamadığı bir eser olarak, diğer yandan binlerce kilometrelik yolculukla dünyanın birçok yerine ulaşabilmiş bir değer olarak, kadir kıymet bilir insanlar sayesinde korunmuş ve gün yüzüne çıkarılmıştır. Divan nüshaları; hasret çeken kardeşlerin kavuşması misali, 170 yıl sonra buluşma bahtiyarlığına ulaşmış; akademik çalışmalara konu olmuş ve müellifin vasiyetini yerine getirmek, okuyucuların istifadesine sunulmak üzere canhıraşane bir gayretin kahramanları olmuştur.

Eserin gün yüzüne çıkmıştır, Mekanın cennet olsun Erzincanlı Hak Aşığı Fizahi! Yürekli duruşunla bir eseri kurtardın, ruhun şad olsun Muharrem usta!

Eser isminin kayıtlara girmesine vesile olan Halil İbrahim Özdemir Beyefendi’ye ve edebi çalışmalara konu ederek insanlığın hizmetine sunan Tuba Koca Hanımefendi’ye sonsuz teşekkürler.

Mehmet Ali Akdağ

* Şiirler Tuğba Koca tarafından hazırlanan yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır.