İSRAF KRİZİ

“Memlekette kriz var” diyorlar…

Neyin krizi?

Yokluğun mu, tokluğun mu?

İsraf, savurganlık, doyumsuzluk, hovardalık almış başını gidiyor…

Meselâ, hergün her bir haneden iki-üç araç trafiğe çıkıyor!

Baba ayrı, oğlan ayrı, kız ayrı araçlarla işe gidiyor…

Toplu taşıma araçları boşuna mı konmuş? Tercîh edilse de trafik felce uğratılmasa…

Benzinin, mazotun, gazın litresine 5,6,7 ₺ para ödüyoruz…

Yine de konforumuzu kısmaya gerek görmüyoruz.

“Memlekette kriz var” diyorlar…

Her bir ailenin hemen her ferdinin gardrobunu süsleyen 8-10 takım elbisesi var...

Sahibi, “hangisini giysem, karar veremiyorum” şaşkınlığında…

Kimse 3 bin, 5 bin, 7 bin ₺’lik telefonundan vazgeçemiyor…

“Kriz var!” diye ekranlarda, çeşitli ortamlarda vâveylâ edenlerin göbekleri, ayaklarından bir karış önde gidiyor!

Memlekette kriz var da; manavda, bakkalda kilosu 10 ₺ olan domatese, 15 ₺ olan bibere kim para veriyor?

El insâf mı desek, el isrâf mı desek, el eyvâh mı desek bilemiyoruz…

“Memlekette kriz var” diyorlar…

Bir krizin olduğu doğru ancak,

“Memlekette kriz var” yaygarası koparan birilerinin dolmuşuna binip, kriz edebiyatı yapan kimseler ve bu kimselerin sırtından “keseyi dolduranlar” var!

Olan hep yoksula, garîbana oluyor, tarih bunu hep böyle yazıyor…

Sanki değişmeyen kadermiş gibi, oyun hep yoksulun, yetimin itilip kakılmasıyla vücut buluyor.

Bir kriz var evet;

Düğünlerde, sünnetlerde, davetlerde, şenliklerde, gösterilerde çöpleri dağa çeviren yemek, yiyecek krizleri…

Devlet kurumlarında, özel ofislerde, tüzel teşekküllerde isrâfa terkedilen kırtasiye krizleri…

Reklâmlar, duyurular, davetiyeler, afişler, ilanlar, panolar, pankartlar için matbaalara dökülen binlerce, milyonlarca liralar ve bunların ürettiği krizler…

“Memlekette kriz var!”

Rabbimiz; “Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için, fakat isrâf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Â’râf, 7/31) buyurur ya;

Biz isrâfta yarış ederiz, kriz çıkaracak kadar ve alıp başını giden isrâfın arşı tutması kadar!

Her türlü malın, mülkiyetin, eşyanın isrâfından doğan kriz…

Harcanan lüzumsuz paraların oluşturduğu kriz…

Yemenin, içmenin, giyinmenin, konuşma israfının getirdiği kriz…

Sağlığımız üzerinden çıkarılan krizler, ilaçlar, tıbbî malzemelerin kullanım krizleri…

Haddi aşmada, akıl yürütmede, fikir üretmede yürütülen israf krizi…

Üretilen, tüketilen, tüketilmesine “değil bir ömrün, bütün ömürlerin” yetmeyeceği ürünlerin krizi…

Boş ve beyhûde harcanan ve israf edilen ömrün krizi…

Bir kriz var evet ama…

Bu sâdece ülkemizi değil, dünyayı çepeçevre kuşatan ve boğan bir kriz…

İsraf krizi, ahlâksızlık krizi, aymazlık krizi, doymazlık krizi, sorumsuzluk krizi, şımarıklık krizi, varlığın getirdiği kanaatsizlik ve tevekkülsüzlük krizi…

Elbette bütün bu krizleri yönetebilecek bir erdemin ve “ahlâk-ı hamîde” nin insanda mutlaka bulunması gerekiyor ki, sıkıntıların üstesinden gelebilsin, krizleri yönetebilsin.

Bu ahlâk kuşanılmadıkça, hayatta başımıza gelecek krizler bitmeyecek, kemiren ve sömüren keneler tükenmeyecek, sömürülmeye alıştırılan kimseler yeterli gelmeyecek…

Bu günün en büyük felâketi isrâftır. Bugün ki isrâf, zarûrî olmayan şeyleri zarûretmiş gibi göstererek dünyada krizler çıkarmaya çalışmaktır ve bunda başarılı olmaktır.

Kapitalist düzenin çarkı, isrâf üzerine kurulmuş, isrâfla, savurganlıkla, harcamakla dönüyor…

İslâm ekonomi sisteminin çarkı ise infâk üzerine kurulmuş, onunla ayata duruyor. Siz infâk ettikçe, Allah kazancınızı bereketlendiriyor, dünya ve ihtiyaçlı tüm varlıklar bu sayede rahmete ve huzûra kavuşuyor…

İsrâf var ki, kriz var…

İsraf var ki, iflâslar var, intihârlar var, boşanmalar var, bunalımlar var…

Belki önemsemiyoruz ama deryâda yüzen kocaman bir gemiye açılan küçük bir delik, onun batmasına yeterli sebep oluyor…

Tasarrufa ellerimizden, bedenlerimizden, niyetlerimizden, evlerimizden, ehlimizden başlamak gerekiyor…

İsrâf etmek sefâhate, sefâhat ise sefilliğe, krizlere kapı aralıyor…

(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkân, 25/67)

Kur’ân ne diyor, biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz?

Lüküs hayat her yerimizi, her şeyimizi tutmuş, yutmuş, kapatmış bırakmıyor. Rûhumuzu, inancımızı, düşüncemizi bulandırmış kurtulamıyoruz…

Öyle ki, evlerimizde namaz kılacak köşe, caddelerimizde rahat yürüyebilecek imkân neredeyse kalmamış gibi…

“Memlekette kriz var” diyoruz…

İsrâf krizi…

İktidar mevkiinde bulunan ferdî ve ictimâî anlamda her bir yetkili, her bir sorumluluk sahibi insan, özelde müslüman elde ettiği makamda muktedîr olsa, önce isrâf krizine, ahlâk ve mâneviyât eksilmesi krizine “dur” dese, yeni bir ülke ve rahmet toplumunu oluşturacak yepyeni nesiller inşâ edilir.

Temel düşünce; “Yaşasın infâk, yok olsun isrâf” olursa, bize ne zarar verebilir krizler?

İlâhî buyruğa kulak verelim:

“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.
Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.

Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun!” (İsrâ, 17/26-29)