“Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.
O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır. Hacı Bektaş Veli ‘helal değildir’ diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.
Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmediğini söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana söyle der: ‘Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir’ der. Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş da şöyle der:
‘Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir’ der...”
Şimdi günümüze geldiğimizde; hoşgörü noktasında gerçekten çok büyük sıkıntılar yaşıyoruz. Daha doğrusu hoşgörüsüzlüğümüz yüzünden hayatın her alanında problemlerle karşılaşıyoruz.
Trafik çilesinden, alışverişe; sosyal konulardan siyasi meselelere; dini ve etnik farklılıklardan spor dünyasına kadar her alanda bir kaosun içinde sürükleniyoruz.
Tahammül sınırlarımızı zorlayıp karşımızdakine biraz daha esnek davranmayı becerebilsek belki de pek çok problemi başından önlemiş olacağız.
Hoşgörü demek, elbette Hıristiyan inancında olduğu gibi ‘yüzüne bir tokat vurana öbür yanağını da çevir’ anlamında sınırsız bir hoşgörü demek değildir. Bilakis, kendi hakkından taviz vermeden başkalarının da hakkına riayet etmektir.
Yine Mevlana hazretlerinin o müthiş benzetimiyle; pergel misali bir ayağın hakta sabit iken diğer ayağınla kamu âleme göz kulak olmaktır.
Hoşgörmek, günahı kusuru, yalanı yanlışı, zulmü haksızlığı görüp ses çıkarmamak demek hiç değildir. Hoşgörü, bu tür yanlışlar karşısında eğilip bükülmeden hakkı sahibine teslim etmektir.
Ne ki günah ve kusur aramak yerine görüldüğünde yüze vurmadan düzeltmeye çalışmak, ıslahı için gayret göstermek ve dua etmektir.
Bu anlamda “dövene elsiz, sövene dilsiz” diyen Yunus’u ve “Kim olursan ol yine gel” diyen Mevlana’yı da iyi anlamak gerekiyor. Burada anlaşılması gereken husus; seviyesi düşük insanların seviyesine düşmeden olgun bir şahsiyetle meseleleri ele almak, o insanların da hakikate ulaşması için sabırla gayret göstermek gerekir.
Sabır kavramında olduğu gibi, miskince oturup beklemek yerine çeşitli zorluklar karşısında direnerek hak ve hakikati ortaya koymak, bu yolda mücadele vermek gerekir diye düşünüyoruz.
Çok önemli bir değerimiz olan “hoşgörü” kavramının içinin boşaltılması bugün çok pahalıya mal oldu. Dini ve etnik taassuplar yüzünden etrafımız ateş çemberiyle çevrildi.
Bu çemberin içerisine atılma riskiyle karşı karşıya olduğumuz şu günlerde çok dikkatli olmak zorundayız. Farklılıklarımızla bir arada yaşayacağımız barış ve huzur dolu günler için inanç haritamızda ve medeniyet kodlarımızda yer alan sabır ve hoşgörü değerlerini içselleştirmek durumundayız.
Bu değerler bir zamanlar yaşandı ve yaşatıldı. Bugün nöbet bizde, biz de pek ala bu değerleri yaşayıp yaşatabiliriz.