Şeriattaki tanımı ise; İslâm âlimlerince şu şekilde yapılmıştır: “Îmân, Resûl-i Ekrem (s.a.s)’ın Allâh’u Teâlâ indinden getirdiği zarûreten bilinen cümle ahkâm husûsunda, icmâlen bilinen hükümlerde icmâlen, tafsîlen bilinen hükümlerde ise tafsîlen Resûl-i Ekrem (s.a.s)’ı tasdîk etmektir.”
Çoğu kavimler, peygamberlerini tekzîb etmeleri sebebiyle toptan ve umûmî bir azap ile helâk olmuşlardır. Yâni, kökten silinip gitmişlerdir. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor. Hazret-i Muhammed (s.a.s)’ın ümmeti ise; toptan ve umumî helak ile helâk olmamışlardır. Ya kılıçla, ya da başka bir tarzda terbiye olunmuşlardır. Bu ise, rahmet ve cemâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor.
Hem o kavimler, Allah’a ve peygamberlerine hakkıyla itaat etmemeleri, belki “işittik, isyan ile reddettik” deyip haddi aşmaları sebebiyle ağır cezalarla cezalandırılmış ve zor tekliflerle mükellef kılınmışlardır. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini göstermektedir. Hazret-i Muhammed (s.a.s)’ın ümmeti ise, diğer peygamberlerin ümmetlerine muhalif olarak, “işittik ve kabul ederek itaat ettik” diyerek her konuda tam bir teslimiyetle Peygamberlerine itaatlerini ifade etmişlerdir. Bu da rahmet-i İlâhiyyenin tecellisi sebebiyledir.
Mü’minler, kendilerine teklif edilen ilâhî emirlere karşı, “işittik ve kabul ederek itaat ettik” dedikleri gibi; yaratıcı katından gelen belâ, musibet ve hastalıklara karşı da aynı şekilde mukabele ederler. Bununla, kadere teslimiyetlerini ikrar ederler. Kur’ân-ı Azîmüşşân, bütün zamanlara ve o zamanlarda yaşayan insan türlerinin maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarına kâfidir.
Her zaman olduğu gibi, bu âhir zamanın en acımasız ve insafsız, fitnelerle dolu devrinde Kur’an’ın mucizevî beyanlarına daha fazla ihtiyacımız vardır. Çünkü bütün peygamberlerin, şerrinden Allah’a sığındıkları bu âhir zaman fitnesinde bizler, ancak doğrudan doğruya Kur’an’a dayanmakla îmân ve i’tikádımızı muhâfaza edebilir ve o îmân senedi ile ebedî Cehennem’ den kurtulup sınırsız bir Cennet’i, ebedî bir mülkü ve daimî bir saltanatı kazanabiliriz.
‘Amenerresûlü ‘ diye bildiğimiz âyet-i kerimenin bize sunduğu hazinedeki mânevî güzelliklerin özetini yapacak olursak, Makbûl ve geçerli imânın nasıl olacağı;
· 1-İmânın bir bütün olup asla bölünme ve parçalanma kabul etmediği; dolayısıyla imânın bir cüz ’ünü inkâr, hepsini inkâr hükmüne geçtiği;
· 2-İmân konusunda peygamberlerin arasında ayırım yapmanın mümkün olmadığı; bütün peygamberlere, özellikle Âhir Zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm)’a imânın şart ve zaruri olduğu;
· 3-Risâlet-i Muhammedîye (asm), umûmî olduğundan onun risâletini kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanların gerçek ehl-i küfür oldukları ve ebedî olarak Cehennem’ de kalacakları;
· 5) Bütün mü’minlerin îmân ve teslimiyet husûsunda Hazret-i Peygamberden asla ayrılmayıp Kur’an’ın bütün hükümlerine birden inandıkları;
· 6) Ümmet-i Muhammed’in, Kur’an’daki temel vasıfları olan “İşittik ve itaat ettik” diyerek O Resul’e (a.s.m) tam bir teslimiyetle bağlı oldukları ve onun aracılığıyla gelen bütün İlâhî emir ve yasakları kabul ettikleri ve kıyamete kadar bu imândan asla ayrılmadıkları;
· 7) Yine Ümmet-i Muhammed’e karşılık ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların, peygamberlerinin Allah tarafından getirmiş olduğu hükümlere karşı “İşittik ve isyân ettik” diyerek peygamberlerine muhalefet ettikleri ve böylece imândan ayrıldıkları gibi gerçekleri anlamış oluruz.
Diyalogu, sadece bir slogan ve ticarî bir araç olarak gündemlerinde tutan, aslında doğrudan davet ve tebliğde bulunmadan, “Üç semâvî din” anonsuyla İslâm’ı, muharref dinlerle aynı kefeye koyan çevrelerin davranışlarını Kur’ân ve Sünnetle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların karşısında ezilip bükülmeden Hakk’ı tebliğ etmek gerekir.
Bu mühim, güncel ve pek çok ehl-i imanın kafasını karıştıran ve Kur’ân hizmetkârlarının bile farklı değerlendirdikleri meselenin müzakeresini bir başka yazımıza bırakarak mevzumuza dair söz konusu âyet-i kerimeyi birlikte kıraat ederek derin manasını bir kez daha teneffüs edelim inşâallah:
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti; mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. Allah’ın elçilerini birbirinden ayırt etmeyiz. Onlar “İşittik ve itaat ettik,” dediler. “Senden bizi bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz; dönüşümüz Sanadır.” Bakara, 2/285
Yahûdî ve Hıristiyanların Kur’ân nazarında ehl-i îmândan sayılmadıkları açıkça ortaya konulmaktadır. Çünkü Yahûdî ve Hıristiyanlar; melekler, kitaplar ve peygamberler arasında ayırım yaparlar. Yani, bir kısmına inanıp, bir kısmını da reddederler.
O halde soyut anlamda “Lâ ilâhe illallah” demek elbette yeterli değildir. Sahîh bir imânın olabilmesi için Allah’ın bütün esmâ ve sıfatlarına imân etmekle beraber, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bütün peygamberlerine ve onların ellerindeki kitaplara ve onlardaki hükümlerin tamamına imân etmek şart, lâzım ve elzemdir.
O halde bilmeliyiz ki hiç bir mekanizma yoktur, bir yapanı ve kurucusu olmasın. Nerede kurallar sistemi varsa, orada o kuralları koyan bir güç vardır. Yani düzenleyicisi olmayan bir organizasyon olamaz. O halde bu kadar muazzam bir düzeni olan evreninde mutlaka bir düzenleyicisi, bir yaratıcısı vardır. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak bu muazzam nizamın ve içindeki insanın yaratıcısı olan gücü nasıl anlayacak ve O’nunla insan ilişkisi nasıl olacak? Bir Müslüman için ise Allah-İnsan ilişkisini düzenleyen Kuran’dır. Yani bir Müslüman, Allah’a nasıl kulluk edecek, Rab olarak kabul edecek, ibadet edecek ve birleyecek sorularının cevabını veren Kuran’dır.
“De ki: Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman “şahit olun ki biz Müslümanlarız.” Deyiniz.”
“Allah ile başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka İlah yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas-88)