Erzincan dünden bugüne o kadar çok efsaneye ev sahipliği yaptı ki her bir efsanenin hikayesi filmlere senaryo olacak nitelikte.   “Efsaneler sözlü geleneğin ürünü olan bir anlatım türüdür. Temelinde inanç unsuru vardır. Efsaneyi anlatanlar ve onu dinleyenlerin efsanenin gerçek üzerine kurulduğuna inanırlar. Bu gerçek objektif bir gerçek değildir. Efsaneyi nakledenler ve dinleyenler efsanedeki olayların gerçekten olmuş olduğuna inanırlar.(Seyidoğlu,2005)

“Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarının birinde olan değişikliği akıl dışı ve olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye. Bunun temeli olan olay halkın muhayyilesinde şekil değiştirerek, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçer.” (Özön, 1954)

Erzincan efsaneleri, öğrenci lisans tezlerinde, dergilerde, il ile ilgili yapılan kültürel araştırmalarda derlenerek bir kısmı kayıt altına alınmıştır. Erzincan efsaneler üzerine ilk akademik çalışma Ruhi KARA tarafından yapılmıştır. Kara, “Erzincan Efsaneleri” konusunda yüksek lisans tezi hazırlamış; Erzincan efsanelerini yazılı ve sözlü kaynaklardan derleyerek ilmî metotlara göre incelemiştir.(Kara,1991) Bu çalışma 1993 yılında Erzincan Valiliği tarafından bastırılmıştır. işte o efsaneler ve hikayeleri;

BELKIS

“Bu son ziyaretimde Erzincan kasabasının 1600 evde 9 bin kadar nüfuslu buldum. Cihan Harbi’nden evvel 6000 evde 22 bin nüfus varmış. Vilayetin nüfusu da 65.000 tahmin olunuyor. Halbuki Cihan Harbi’nden önce 135.000 imiş.
 Erzincan hakkında halktan şunları dinledim:

“Selçukîler zamanında Erzincan’ın adı Belkıs imiş. Tavaifi mülûktan Melik Salih buranın hükümdarı imiş. Şiilik buraları istilâ ediyor diye Belh’de Harzem şahının şeyhülislamı bulunan Mevlâna’nın babasını davet etmiş. Halk Van Gölü sahilindeki Ahlat’a kadar istikbale gitmişler. İstikbalde Erzurum halkı dahi bulunmuş.

Mevlâna’nın babası, Belkıs şehrini görünce şöyle demiş: “Erzen cani men amed” Türkçesi “Burası benim canıma lâyık geldi!” Halk da teberruken (uğur sayarak) Belkıs şehrine Erzincan demişler. Melik Salih de Mevlâna’nın babasını Erzincan’da reisü’l-ulema nasbetmiş (atamış). Burada ilk Mevlevi tekkesini de bu zat yapmış.

Mevlâna babasıyla Erzincan’a geldiği zaman bir yaşında imiş. Alt yaşına girdiği zaman Selçuklu devleti Padişahı onu Konya’ya yanına aldırmış. Artı sonraları da Konya Mevlevîlerinin merkezi ve Selçukîler de Mevlevî olmuşlar.”(Karabekir,2001)
 

KEŞİŞ DAĞI EFSANESİ
Erzincan'ın Kuzey Doğusunda, şimdiki Keşiş dağında bir keşiş otururmuş. O zamanlarda Erzincan'da hiç kış olmazmış. Bir gün keşişin kızı, su almak için yakınlarında bulunan göle gitmiş, bakmış ki göl kaymak tutmuş. Koşa koşa babasının yanına gelerek, "baba bizim göl kaymak tutmuş" demiş. Keşiş bu işe çok hayret etmiş ve gölün bulunduğu yere gelmiş. Keşiş bakmış ki gölün yüzü buz tutmuş. Keşiş Erzincan'a kışın geldiğini anlamış, göçünü tutup Erzincan'ı terk etmiş. Dağın adı buradan kalmış.

 
KAZANKAYA EFSANESİ
Çok eski zamanlarda iyilerin yanında kötülerin de türediği çağlarda Kazankaya sırtlarını otlak olarak kullanan bir yaylacı varmış. Bu yaylacının malı, davarı sayılamayacak kadar çokmuş. Ne var ki, bu kadar varlığa rağmen cimri adamın birisiymiş. Çok yaşlı olmasına rağmen, dünya malına çok bağlıymış. Öyle ki, her gün adam boyundaki kazanlarıyla süt kaynattığı halde, bir ihtiyaçlı çıkagelse, bir maşrapa süt vermezmiş.

Günün birinde kuşluk vakti, ihtiyar yine hizmetkârıyla süt kayna tırken, uzaktan yaşlı bir adamın geldiğini görmüşler. Hasis olduğu kadar da kurnaz olan bu yaylacı; "Sabahın bu saatinde bu tarafa doğru gelen yabancı kim bilir benden neler isteyecek..." diye düşünmekten kendini alamamış. Cimrilikten eli ayağı titremeye başlamış. "En iyisi ben şu yün yığınlarının içine gizleneyim" diye düşünmüş ve hizmetçisini de sıkı sıkı tembihlemiş. "Eğer gelen yabancı bir şey isterse ağa burada yoktur, ben de kimseye bir şey veremem, deyip adamı başından savarsın" Böyle durumları iyi değerlendirmesini bilen hizmetkâr da ağasından pek geri kalmazmış. Derler ya kötü kötüyü bulur diye... İşte böyle. Neyse, ağa hemen yün yığınlarının arasına gizlenmiş, hizmetkâr da giderek yaklaşan yabancının gelişini seyre koyulmuş. Bir süre sonra karşıdan gelen yabancı kaynayan süt kazanlarının yanma ulaşmış. Bu nur yüzlü bir ihtiyarmış. Yorgun ve titreyen sesiyle hizmetkâra: "Oğul dizlerimde derman, dilimde aman kalmadı. Açlıktan ve yorgunluktan ölmek üzereyim. Bana bir yamak süt ver." Hizmetkâr ihtiyarın yüzüne bile bakmaya gerek duymadan, "Ağam burada yok, ben de ondan izinsiz kimseye bir şey veremem" diye ters ters konuşmuş.

Evet, sevgili okurlar, efsane bu ya, meğer nur yüzlü ihtiyar Hızır’ın ta kendisiymiş. Bu cimri ihtiyara, son bir denemeden sonra dersini vermeye gelmişmiş. Hizmetkârın cevabı üzerine, bu hasis yaylacının bütün dünya malına rağmen, yüreğinde insan sevgisi olmadığını, insanlara yardım etmeyeceğini artık iyice anlamış. Bu cimri herife öyle bir ders vermeliyim ki, bütün insanlara örnek olsun diye düşünmüş. Cimri yaylacı, yün yığınlarının için de işin sonunu beklerken, nur yüzlü ihtiyarın gök gürlemesini andıran sesi duyulmuş. Elindeki asayı yün yığınlarının içine sokarak: "Kalk, kıllı ayı kalk... İnsanları sevmeyi onlara yardım etmeyi öğrenemediğin için, süt kazanın kaya, sen ayı, davarların da ardıç olacaksın..." diye gürlemiş. "Bu tepe üzerindeki taşlaşmış kazanın, ardıç olmuş davarlarınla birlikte, insanlar kıyamete kadar seni seyredecek, cimriler cimriliğinden, benciller bencilliğinden, seni görerek utanacaklar. Dirin bir şeye yaramadı, bari bu halin insanlara ders olsun..." diye sözünü tamamlamış ve oradan uzaklaşmış. Korkudan gözlerini kapamış olan hizmetkâr bir de gözlerini açmış ki, süt ısınan kazan taş, koyun sürüleri de ardıç şekline dönmüş, süt isteyen nur yüzlü ihtiyar da ardıç ağaçlarının arasında kaybolmuş. Cahil hizmetkâr işte o zaman, bu ihtiyarın Hızır olduğunu anlamış ama, artık iş işten geçmiş.

Bu olayların olduğu çağlarda hiç kimse Kazankaya ormanlarına yaklaşmamış. Sadece, uzaktan uzağa Kazankaya'yı seyredenler, "İşte hasisliğin sonu budur" diye birbirleriyle konuşurlarmış.

Aradan yıllar, yıllar geçmiş. Bu efsane yöre halkı için anlamını yitirecek olmuş. Köylüler Kazankaya tepesine tırmanıp, ormandan ağaç kesecek olmuşlar. Ancak, sevgili okurlar, efsane bu kez de etkisini göstermiş. Kesilen her ardıç dalından kan fışkırmaya başlamış. Tıpkı kesilen bir koyun gibi. Bunun üzerine yöre halkı bir daha bu ağaçlara balta sallamamış ve Kazankaya'dan el çekmişler.

O gün, bu gün Kazankaya'ya bakanlar hep bu efsaneyi ve kimseye yardıma yanaşmayan cimri ihtiyarı hatırlamışlar.(Kaynak kişi: Fahri TAŞ)
 

VARTİNİK EFSANESİ
Erzincan'ın merkez köylerinden Yalnızbağ köyünün 3 km. batısında Vartinik mevkiinde altın olduğu söylenirmiş. Köyden bir molla ve bir kaç arkadaşı bu altınları çıkarmayı düşünürler. Molla derki: "Ben bu yerde okuyup üfleyeceğim. Sakın kimse ses çıkarmasın." Gece hep birlikte bu mevkiiye giderler. Molla okumaya başlar. Bu sırada bir kız çıkar, molla okudukça o da soyunur. Molla okumaya devanı eder, kız da iyice soyunur altında bir şalvarı kalır. Kız soyunmamak için mollaya yalvarmaya başlar. İçlerinden bir tanesi kızın yalvarmasına dayanamayarak, "Molla bırak o da kalsın" der. Der demez hepsi birden çarpılır ve kendilerini sabahleyin yakından akan derenin içerisinde bulurlar. Eğer içlerinden biri konuşmasaymış, o kız hep altın olacakmış. Mollanın adı bu olaydan sonra Cinlerin Molla diye anılır.

 KÖŞKÜ NİGÂR
Nigâr güzelliği ile dillere destan olmuş bir kesiş kızıdır. O zamanlar Erzincan Cimcime Sultan’ın hakimiyetindedir.  Nigâr’ın güzelliği Cimcime Sultan’ın da kulağına gelir. Güvendiği komutanlardan birini huzuruna çağırır: ‘’Tez gidip Nigâr’ı babasından  isteyesin . Ne kadar dünyalık isterse veresin. Getirip haremime koyasın. ‘’ der.

Komutan yanına askerlerini de alarak Nigâr’ın yaşadığı köye gelirler. Kızı babasından isterler. Kesiş Efendi buna çok memnun olmuştur. Ancak fazla dünyalık koparmak amacıyla biraz nazlanır. Komutan kesenin ağzını açınca da razı olur. Bunu duyan Nigâr, beyninden vurulmuşa döner. Çünkü yukarı yayladaki çobana aşıktır. Çoban da kıza çok sevmektedir.

Kesiş Efendi’nin vicdanında dünyalık daha ağır bastığında kızının aşkını paraya tercih eder. Aynı zamanda kızını vermezse kellesinin gideceğinden de korkmaktadır. Nigâr’ı  huzuruna  çağırır. Meseleyi işine geldiği gibi anlatır.  Sonunda ilave eder: ‘’Ben seni bir çoban parçasına yar etmem. Ya sultana gidersin, ya da benim Nigâr diye bir kızım yoktur.’’ diyerek kızının bütün ümitlerini söndürür. 

Nigâr çaresiz razı olur. İki gözü iki çeşme ağlayarak yol hazırlığına başlar. Cimcime Sultan kızın güzelliğine hayran olmuştur. Nigâr ise son derece huzursuzdur. Her gün  ağlamakta, günden güne solmaktadır. Sultan sorduğunda:’’ Köyümü ve babamı  çok özledim.’’ diye cevap verir. Sultan bu duruma bir çare aramaktadır. Onu köyüne göndermek ister fakat çobanla olan aşklarını duymuş, bunun yeniden filizlenmesinden korkmaktadır. Sonunda bir çare bulur ve Nigâr’ı huzuruna çağırır: ’’ Bak sevgili hatunum. Seni çok seviyorum ve  yanımdan ayırmak istemiyorum. Ancak senin her gün ağlamana da gönlüm razı olmuyor.  Seni köyüne gönderirim ancak bir şartım var. Köyünüzün yaylasındaki Ulu Kaya  üzerine bir kale yaptıracağım. Sen ve ailen o kalede kalacaksınız ve her türlü ihtiyacınız karşılanacak. Ben ara sıra seni görmeye geleceğim. O kaleden dışarı çıkmayacaksın  ve  görevlilerden başka da kimse girmeyecek. Eğer bunlara razı isen gönderirim.’’

Nigâr köyüne, ailesine, sevdiği gencin gezip dolaştığı, havasını teneffüs ettiği o güzel  yaylaya kavuşma ümidiyle heyecanlanır. Heyecanını gizlemeye çalışarak sultanın teklifine ‘’peki’’ der.

Kısa zamanda kalenin inşası tamamlanır. Küçük yalçın bir kale, daha doğrusu köşk yapılmıştır. Giriş kapısından başka  bir yerden girmek mümkün değildir. Nigâr çeşitli hediyelerle uğurlanır. Köşke yerleştirilir. Köşkün uzaktan görünüşü çok muhteşemdir. Ovadaki birçok köyden görülmektedir. Kartal yuvasını andıran köşke, Köşkü Nigâr ( Nigâr’ın Köşkü) ismi verilir.

Aradan bir müddet geçtikten sonra çobanla Nigâr’ın aşkı yeniden  alevlenir. Bugün Ayıplı Deresi denilen yerde gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sultanın da bundan haberi olur. Komutanını yanına çağırır. Hiddetle: ’’ Çabuk Nigâr’ın köşküne gidesin. Çobanı da Nigâr’ı da ölü veya diri getiresin. İlle de diri getirmeni isterim. Onların cezalarını kendi ellerimle vereceğim.’’ der.

Komutan yanına bir miktar asker alarak yaylanın  eteğine gelir. Bunu duyan çoban ve Nigâr bohçalarını alarak kaçmaya çalışırlar. Askerlerse arkalarından yetişmek üzeredir. Çoban ile Nigâr kaçmaktan bitap düşmüşlerdi. Artık kaçamayacaklarını anlarlar: Ya askerlere teslim olacaklar veya  kendilerini uçurumdan atarak canlarına kıyacaklardı. İkinci yolu tercih ederek ölüme de beraber gitmeyi eğlerler. O esnada gök yüzünü kara bulutlar kaplar,   korkunç  sel ve toprak kayması olur. Nigâr ve çobanın cesetlerini e askerleri bir anda altına alır. Aşıklar artık çok sevdikleri yayların, ovaların  toprağına karışmıştır.

Sel aşağıdaki köyü de ikiye bölmüştür. Keşiş Efendi’nin  manastırı da yerle bir olur. O  günden sonra her yağmur yağışında o dereden gelen ve köye hayat veren su acı olayı hatırlatırcasına bulanık akar. Köşkün yıkılmış duvarları bu efsaneyi ispatlaması bakımından şimdi mevcuttur.

Efsanede bir halk hikâyesi ve masal unsurları görülüyor. Efsanede olağanüstü olaylar mevcut. İki sevgilinin dünyada birleşemedikleri, öbür dünyada birleşmek için ölüme gittikleri anlatılıyor. Bu da tipik bir halk hikâyesi motifi taşımaktadır.

Köşk-ü Nigâr daha sonralar bir  yerleşim birimi olmuş. İsmi değişmiş  Köşünker  olmuş, en sonunda da bu köye Buğdaylı ismi verilmiş. Köşk-ü Nigâr şatosuna “ Kızlar  Kalesi” de denmektedir.

MAMA HATUN

Erzincan’ ın  Tercan ilçesinde bir kervan sarayın yanındaki türbede yatan Mama Hatun bir Türk Beyi’nin kızı imiş. Dünyada bir iz bırakmak için  bir türbe yaptırmaya karar verir.

Görevlendirdiği mimar sanatının bütün olanaklarını kullanarak  türbenin temelini attı. Duvarlar su basmanını aşmış, sıra sıra yükselmeye başlamıştı. Ne var ki hatun işin her evresini büyük bir ilgi ile izliyordu. Bu amaçla da hemen her gün iş alanına gelerek yapılanları denetliyordu. Hatunun her geliş gidişi ona derin bir ilgi duyan mimarbaşının ruhunda kaynaşan kabarcıkları biraz daha artırıyordu. Bu çoşku kabarcıkları bir yandan işin daha hızlı yürümesini sağlıyor öte taraftan hatuna yönelik dupduru sevgiyi iyiden iyiye yoğunlaştırıyordu. Hatun mimarın durum ve davranışlarındaki değişikliği sezinlemekte gecikmedi. Ama bilmezlikten, görmezlikten geliyordu.

Gün oldu bu tutku mimarın uykularını kaçırdı. Duygularını açığa vurmaktan başka çıkar yol olmadığını düşündü. Yüz yüze geldikleri, baş başa kaldıkları bir gün niyetini açıkladı. Türbenin bitiminden sonra yaşamlarını birleştirmeyi, yepyeni bir yuva kurmayı önerdi. Hatun ilk cevabında, bu işin kolay olmadığını, kendisin bir bey kızı olduğunu söyledi. Daha sonraki konuşmalarında kurmayı düşündükleri yuvada mutluluğa ermenin  olanaksızlığını bildirdi. ‘’El ne söyler.’’ Kaygısı içinde hep olumsuz karşılıklar veriyordu. Şu var ki hiçbir konuşmasında karşısındakini  büsbütün karanlıklara boğmuyor,  sözü kestirip atmıyordu. Bu nedenle de mimar için umut kapıları kesinkes kapanmamış oluyordu. Ölmeyen umutlar, kapanmayan kapılar kişioğlunun  gönlünde bitip tükenmek bilmeyen bir güç kaynağıdır.

Mimar yapı işini büyük  bir titizlik içinde yürüttü. Günü geldi türbenin kubbesini de kapatacaktı. Son taşı yerine yerleştirmeden hatunun son sözünü işitmek istiyordu. Olumlu karşılık alacağına hâlâ  inanıyordu.

Bir gün Mama Hatun mimarbaşına kırk yumurta gönderdi. Bunlardan her birini günün üç öğününde  yesin diye haber saldı. Öğünler günleri izlemiş, günler ilerlemişti. Mimar hatunun  bu buyruğunu da yerine getirdi. Yumurtaları birer birer yedi. Sonra huzura kabul edildi. Ne yazık ki Mama Hatun’un son konuşması susturucu olmuştu: ’’ Mimarbaşı sen büyük bir sanat adamısın. Ünün her ülkeye yayılmıştır. Sen istersen zengin çocukları, ağa kızları sana kollarını açmaya hazırlar. Sen neden kısmetini bu yolda aramazsın da ille bana gönül bağlarsın. Ben bir hükümdar kızıyım ama insan olarak diğer kadınlardan ayrı bir yaratılışta değilim. Sana kırk yumurta göndermiştim. Bunları yedin. Tatları  bakımından aralarında bir fark var mıydı? İşte kadınlar da  bu yumurtalar gibidir. Sen bu olmayacak sevdadan vazgeç. Sen işini bitirip teslim ettikten sonra kendine uygun başka bir gönül ortağı aramaya bak.’’

Mimar bu kesin ve olumsuz cevap karşısında iliklerine kadar sarsıldı. Ta derinden ürperdi. Batan varlığı ile sendeledi. Yere yıkılmamak için yanındaki duvara güçlükle tutunabildi. Elindeki  külüngü var gücü göğe fırlattı,  başını altına tuttu. Hızla düşen ağır külüngün altında soğuk bir ürperişle can verdi. Bu kendine kıyış yüzyılların ötesinden bir ses gibi Mama Hatun’un türbesinden buram buram tüten bir acının silinmez izini taşır.

CİMİNLİ BABA

Ciminli Baba’ yı esnaflar bir bayram günü ziyaret etmeye karar vermişler. Yolda bir arkadaşlarına rast gelmişler. Adam arkadaşlarının kıramamış. İstemeyerek de olsa gitmeye karar vermiş. Ciminli Baba gelenleri buyur etmiş, hepsi bayramlaşıp elini öpmüşler. Gelmeye niyeti olmayan kişi arkada kalmış. Ciminli Baba o adama hitaben :”Ey sığır eti yemiş, neden gelmek istemiyorsun, ben senin gençliğine acıdım.” demiş. Adam, benim düşündüklerimi nasıl bildi , diye hayretler içerisinde kalmış. Ciminli  Baba ‘ nın elini öperek affetmesini istemiş. Ciminli Baba da onun arkasını okşayarak affetmiş.

Ciminli Baba’nın asıl adı Süleyman’dır. Ciminli Mehmet Efendi’nin oğludur. Şeyh Fehmi Efendi’den icazet alıp bir müddet kolun şeyhliğini yapmıştır. Uzun bir riyazet  dönemi olmuştur. Son zamanlarda  şer’i hükümlerden uzak kaldığı görülmüş , 1939 depreminde kendi hücresinde vefat etmiştir.

Halk tarafından  kutsal ve olağanüstü kabul edilir . Keramet ehlidir. Sağlığında süfli bir hayat yaşamış ermiş bir kişidir.

Ciminli Baba ‘ ya ait altı efsane de, onun olağanüstü ve manevi gücü anlatılmaktadır.  Erzincan depremini önceden Üçüncü ordu komutanına haber vermesi , asker zayiatının az olmasına sebep olmuştur. 
 

ALKARISI
Bu olay, 1921 yılında Erzincan’ın  Yaylabaşı köyünde geçmiştir. O yıllarda  Sıddık Efendi askerliğini bitirmiş  ve  köyüne dönmüş. Köyde bir evi ve küçük bir ahırından başka bir şeyi yokmuş. Sıddık Efendi’nin bir atı bir de iki ineği varmış. Askerden geldiğinden beri ahırdaki at her gün huysuzlaşıyormuş. Alkarısı  her gece ahıra girip atın saçlarını ve kuyruğunu  örüyormuş. At rahatsız olunca sağa sola tekme atıyormuş.  Bu durumdan rahatsız olan Sıddık Efendi büyüklerine gidip bu durumu anlatmış. Köyün büyükleri ona yapacağı her şeyi anlatmışlar.

Sıddık Efendi acı sakızı alıp atın üzerine sürmüş. Gece yarısı gelip atın üzerine binmiş. Atı yine rahatsız etmeye başlamış. Eğlencesi bittikten sonra gitmeye çalışmış, fakat acı sakıza yapışıp kalmış. Sabah olunca Sıddık Efendi hemen ahıra koşmuş, kapıyı yavaşça aralamış bakmış bir de ne görsün insandan öte garip bir yaratık duruyormuş. Sıddık Efendi hemen bir çuvaldız alarak Alkarısı’nın yakasına takmış. Daha sonra yapışıp kalan Alkarısı’nı kurtarmış. Alkarısı Sıddık Efendiye şöyle demiş:’’ Beni yakaladın, bu iğne buradan çıkıncaya kadar buradan gidemem. Bu süre içinde sana en güzel hizmeti yapacağım.’’ Artık o da onlardan biri olmuş. Çocukla birkaç gün yanına yaklaşmamışlar, daha sonra zararsız olduğunu görünce onu sevmişler. Bu yaratık  Sıddık Efendi’ye yedi yıl hizmet etmiş. Yaptığı yemekleri pişirdiği ekmekleri beğenmeyen yokmuş. İşini çok titiz ve temiz yaparmış.

Bir gün Sıddık Efendi onu su getirmesi için çeşmeye göndermiş. Alkarısı gitmeden önce şöyle demiş.’’ Gidiyorum geriye dönmem. Eğer merak ederseniz havuzun başına gelin, havuzun içi kan ise bilin ki ben öldüm.’’ deyip çıkmış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kadın suları doldurmuş, o an da yanına bir çocuk yaklaşmış, çocuktan yakasındaki iğneyi çıkarmasını istemiş. Çocuk iğneyi çekip çıkarmış. O anda Alkarısı  suyun içerisine akmış. Havuzun içerisi kanla dolmuş.

Sıddık Efendi, Alkarısı’nı beklemiş , beklemiş fakat gelmemiş. Havuzun başına koşmuş. Birde ne görsün, havuzun içerisi kanla dolmuş. Kadının dedikleri aklına gelmiş, öldüğünü anlamış ve oradan uzaklaşmış. Evinde sessizlik ve yalnızlık başlamış. Bu olay Sıddık Efendi’yi uzun süre etkilemiş.

Olağanüstü bir yaratık olan Alkarısı, ahırda yakalanır. Alkarısı  umumiyetle ahırda görünür. Burada da çuvaldız takılarak yakalanır. Ahırda atlara musallat olup, onları terleyinceye kadar koştururmuş.

Efsane, bir masal motifi ile bitmektedir. Yakasından çuvaldız çıkarılan Alkarısı suyun içerisinde kaybolmuş. Su kan rengini almış.

 TERZİBABA

Bir gün  yolda rastladıkları bir adam Baba’ya  hakaret kasdiyle, ‘’Uzun tazı geliyor.’’ demiş.  Bunu işiten baba hiddetli bir şekilde bakmış ve derhal adamın gözleri görmez olmuş. Bu hali gören yanındaki halifesi  ‘’ Baba ne yaptın?’’ deyince , ‘’Bende müteessir oldum ama ok yaydan fırladı.’’ demiş.

Hacca gidecekler, paralarını Baba’ya  verirlermiş. O da fakirlere dağıtırmış. Günlerden bir gün, bir fakir,’’ Baba hazretleri, şu Kâbe’yi ben de görmek istiyorum fakat param yok.’’ deyince hemen kolundan tutup minareye çıkarmış ve kıbleye döndürerek iki kolları arasında sıkıp, ‘’Karşıya bak.’’ demiş ve adam Kâbe’yi tavaf eden hacıları görmüş ve büyük memnunluk duymuş.

Terzibaba’ nın cenazesi götürülürken, yakın camilerden birinde ezan okunmaya başlanmış. Bu anda cenaze o kadar ağırlaşmış ki, cemaat taşıyamaz olmuş. İster istemez yere indirmişler. Ezan bitince tekrar almışlar ve bir kuş hafifliği ile edebi istirahatgâhına  götürmüşler. Cemaat ,”Terzibaba ezanı dinledi.” demiş.

MUNZUR İLE KEŞİŞ
Erzincan ili kuzeyden ve güneyden birer dağ silsilesi ile çevrilidir. Dağlar bir yay çizerek şehrin doğusunda ve batısında birbirlerine çok yaklaşarak dar geçitler meydana getirirler. Bu dağların çevrelediği Erzincan Ovası, her çeşit sebze ve meyvenin yetiştiği bereketli toprakların bulunduğu tarım alanlarıdır.

Vaktiyle bu bereketli topraklarda Munzur ve Keşiş adında iki oba reisi yaşarmış. Munzur’un obası Müslüman, Keşiş’ in obası Hristiyan olduğundan bu iki komşu hiç mi hiç geçinemezmiş. Bu kavgaların başlaması ve bitmesi günlerce sürer, daha biri bitmeden bir diğeri başlarmış.

Erzincan’da kediler, sürücü ve vatandaşların yardımıyla kurtarıldı Erzincan’da kediler, sürücü ve vatandaşların yardımıyla kurtarıldı

Öyle bir an gelmiş ki hem obaların halkı hem de oba reisleri barışmaya ve daha birbirlerine kötülük etmemeye karar vermişler. Fakat gelin görün ki bu barışları uzun sürmemiş, obaların halkları yine birbirleriyle savaşmaya başlamışlar. Bu çatışma daha şiddetli olmuş. İnsanlar ölmeğe başlamış. Hem oba reisleri ve hem de obaların halkı son bir defa yine bir araya gelip barışmaya karar vermişler.

Bir araya gelen oba reislerinin kendi aralarında yaptıkları antlaşmaya göre, her iki oba halkı da ovadan ayrılacak ve dağlara çekilerek orada yaşayacaklar. Bunun üzerine Munzur, obasının halkını alarak Güneydeki dağlara, Keşiş de kendi obasının halkını alarak kuzeydeki dağlara çekilmiş. Bu insanlar yıllarca dağlarda yaşamışlar. Yaylalardaki toprakları ekip biçmiş, dağlardaki ormanları tahrip etmişler, söküp yakmışlar. Bunun sonucu zamanla bu dağların toprakları çorak hale gelmiş, ormanlar yok olmuş.

İşte Erzincan’ın kuzeyinde ve güneyinde bulunan Keşiş ve Munzur dağları bundan dolayı çıplak ve Erzincan Ovası da yıllarca ekilmediği için bugün yemyeşildir.

Efsanede Erzincan’ı güneyden ve kuzeyden çevreleyen dağların isminin nasıl ortaya çıktığını, dağların neden çıplak kaldığını anlatmaktadır. Olağan bir olay hikâye edilmiştir. Tabiata verilen zarar anlatılmıştır.  
 

AYGIR GÖLÜ

Üzümlü ilçesi ile Çayırlı ilçesi arasında birkaç göl vardır. Bu göllerden birisi Aygır Gölü’dür. İnanışa göre burada her yaz sudan bir aygır çıkar, çıktıktan sonra tekrar suya girermiş. Hz. Ali’nin atı olduğu söylenen bu aygırın dışarda otlaklarda bulunan atlarla birleştikten sonra tekrar suya dönermiş. Bu at ile birleşen atların yavruları çok güçlü, çok sağlıklı ve çok süratli olurmuş. Bu yüzden Aygır Gölü ve civarında at otlatmanın atların güçlenmesine sebep olacağına inanılır.

Bölgede yaşayan insanlar, bu göle bir kutsiyet, izafe ettiklerinden göle girip yıkanmanın insanı çarpacağına inanılır.

Efsanede, suda yaşayan mitolojik hayvanlardan bahsedilmektedir. Bu atlar diğer atlara benzemez. Olağanüstü güce sahiptirler. Güçlü oluşları dolayısıyla yöre halkında Hz. Ali’nin atı olabileceği inancı vardır.   
 

EKŞİ SU YOLU ÜZERİNDEKİ TAŞLAR (TAŞ KESİLEN KERVAN)

Erzincan’ın 10 km. doğusunda Ilıca denilen mevkide kervancının biri develeriyle birlikte konaklamış. Kendisi ve develeri susuzluktan ölmek üzereymiş Allah’a yalvarmış: “Allah’ım şurada bana su ver sana en baş devemi kurban keseceğim.” Demiş. Allah, devecinin bu yalvarmasına karşılık o anda orada bir gözeden su çıkartmış. Kervancı buna çok sevinmiş. Develerinin sulamış, yemlerini vermiş ve dinlenmek için bir kenara uzanmış. Üzerinde bir bit bulup öldürmüş. Allah’a hitaben: “İşte sana kurban, kurbandan maksat kan akıtmak değil mi? İşte bundan da kan çıktı.” demiş. Bu sözler Allah’ı gücendirmiş, deveciyi ve develeri orada taş kesmiş. Bu mevkide taşlar hâlâ durmaktadır.

Kervancı susuzluk karşısında adak adar. Tehlike geçtikten sonra bu adağını yerine getirmeye kıyamaz. Kendisine yardım eden Allah’a hakaret ederek gücendirir. Üzerinde bulduğu “biti” kurban niyetine öldürünce kervancı ve kervanı taş kesilir.

Efsane insanın yanlış davranışını göstermekte kutsal olana karşı saygısızlık edildiği için cezalandırıldıkları anlatılmaktadır.

Kaynak; erzincankulturatlasi 

Editör: Merve Kiraz