“AKLETMEK AMA KALP İLE!”
İnsan!
İki hece ve tek kelimeden oluşan bu kavram nedir? Geçtiğimiz günlerde bir kafesin içinde, çaresizce yakılmayı bekleyen o boynu bükük çaresizi görünce, zihnimde dönüp duran bu insan kavramı nedir? Kısaca bir tasavvur ettim zihnimde bu kavramı; bir tarafta yanan, bir tarafta yakan; bir tarafta öfke, bir tarafta çaresizliğine boyun eğen masumiyet; bir yanda maskeleri belli olmayan hunharlar ve bir taraftan suçu insan olanlar… Ve daha nice birbirinin zıddı ile zihnimde kıpraşan düşünceler... Varlığı en müstesna addedilen ve bir tekinin ölümü hepsinin ölümüdür gibi büyük bir hükümle belirlenen “insan”dan bahsediyorum. O ki varlık yokuşlarının en yüce basamağı… O ki uğruna mekânların yaratıldığı varlık!
Sevgili okuyucu tüm bu yürek ezici durumlardan sonra ne günlere kaldık demeyecek miyiz artık? Artık bu halden çıkışın kapısı yok mudur diyenimiz olmayacak mı hiç?
Dünyanın gözü önünde katledilen biçare’nin cayır cayır yanan bedenin hesabını soracak bir güç kimsede kalmamış mıdır? Günümüz dünyasında yaşanan her elim hadise bana bu soruları sorma yükümlülüğü veriyor. İnsana adeta bir madde formundan ibaretmiş gibi davranılması ne acı verici bir tablodur. Oysa insan dediğimiz varlık, saf bir madde değil içinde bin bir his ve hissiyatın, düş ve düşüncenin barındığı bir de ruha sahiptir. Akletmek lazım bir ruhu ezmenin ve bir bedeni yakmanın neler getireceğini, akletmek ama kalp ile…İşin en garip kısmı ki bu hüsran verici durumların, hallerin sebebi yine bir insan olarak nitelendirilmiş!
İşte aziz okuyucularım insan yaşantısı itibari ile de tek yönlü değil yani madde ve ruh ile mücehhez, iyi ve kötü ayrımını bilen, akıl ve kalp sahibi, doğru ve yanlış levhasına sahip ve daha birçok zıt vasıflardan müteşekkil mükemmel bir sanattır.

Yazımın tam da bu noktasında, geçen günlerde bir yerde okuduğum ve altını çizdiğim bir cümle aklıma düştü. İşin insaniyet boyutunun bir diğer yönü olarak kabul edilebilir ve şöyle yazıyordu kitabın en başında: “Yazmak kalbi yüceltir!”  
Evet, yazmak kalbi yüceltir fakat neyi yazmak, niçin yazmak ya da yazarken neyi anlatmak gibi mücmel birkaç soru ile bunu ortaya çıkarmaktır mesele. İnsan görünen iki heceden oluşan tek bir kelime değil ki sadece, onu bir ufak vesile ile doğru olana yöneltmeye sebep olmak için yazmak. Gaye bu oldu mu bilin ki kalbe giderken kilitli olan tüm kapılar, yorgun olan tüm sancılı beyinler, arınmış ve dinmiş bir deniz gibi ya da temiz bir gökyüzü gibi açılacaktır. Bizler ki hele inanan ve varlığa vücut veren bir Sanatçı’ya boyun eğmişsek yükümüz daha ağır diye düşünüyorum.

Var olan mirasımıza şöyle bir dönüp baktığımız da insana verilen o dudak uçuklatan değeri görürürüz. Düşünsenize bir Peygamber! Taa asırlar öncesinden bahsediyorum. O da bir beşerdi fakat sıradan bir beşer gibi de değildi. İsmi yerde Muhammed(sav), gökte Ahmed olan o Yüce İnsan. Nelere katlanmıştı ve insan onurunu zedeleyecek ne hakaret ve küfürlere maruz bırakılmıştı. En bariz örneği hemen her inanan insanın bildiği gibi Ebu Leheb ve eşi. Hatırlayın neler yapmadılar ki! Yollarına diken mi dökmediler kanasın diye ayakları, O(sav) ki insana inşirah verendi. Tüm bu işkence ve eziyetlere karşı o Kutlu Rehber, şimdi ki o pis ve kirli işlerin asrımızdaki Ebu Cehilleri gibi yakmadı, yıkmadı ve onur zedelemedi.

Çevirelim başımızı şimdi de altıncı asırdan on birinci asra. Bakın neler var o tozlu sayfaların ardında asıl adı Muhammed, ünvanı Alp Arslan. Kendisi Büyük Selçuklu Devletinin 2. Hükümdarı. Hem çok kudretli hem de çok merhametliydi öyle gösteriyor yaşanan hadiseler. O ki fetih ruhlu bir aziz. Bakın neler cereyan ediyor Malazgirt’in Fatihi ile yenilmiş, esir düşmüş Bizans imparatorunun arasında:
-Sayın imparator, dedi Alp Arslan, tarih okur musunuz?
-Hiç okumam, dedi. Alp Arslan döndü,  yüzüne baktı yenik kralın:
- Ben çok okurum. Bu yüzden şimdi sen esir, ben de muzafferim, dedi ve devamında şu can alıcı soruyu sordu.
Ben size esir düşseydim ne yapardınız bana?
 Romen Diyojen, utana sıkıla ve biraz da ürkerek cevap verdi:
-Ya atımın kuyruğuna bağlar sürüklerdim ya da bir demir kafes içerisinde diyar diyar gezdirirdim der. Bu durum karşısında merhametsiz kral da Malazgirt Fatihi’nin ona öyle davranacağını düşünmüşse de olay tam tersiyle devam etti. Ne mi oldu? O da rehber olarak Onu, o Kutlu İnsanı(sav) seçmiş ve o yenik kraldan farkını ortaya çıkarmıştı. Döndü ve asilce:
-Sayın kral serbestsiniz, ülkenize de güvenle dönmeniz için Tokat’a kadar şu erlerim size eşlik edecektir.
İşte değerli okuyucum aradaki fark! Kelime aynı kelime, kavram aynı kavram(insan). Aradaki farklar ve bizim tarafımız.
Bizde insan olarak günümüzde yaşanan bu vahşice olaylarda ne taraftayız, kimin safındayız?
Hz. Muhammed’in(sav) mi, Ebu Cehil ’in mi; Alp Arslan’ın mı Romen Diyojen ’in mi?
Akletmek gerek ama kalp ile... Yazımı noktalamadan bir de o değerli şairin mısralarının birkaçını yazmak daha iyi anlamamızı sağlar diye düşünüyorum.
“…Diller, sayfalar, satırlar
 Ebu Leheb öldü, diyorlar.
Ebu Leheb ölmedi, Ya Muhammed,
Ebu Cehiller kıt’alar dolaşıyor!”
A. Nihat Asya