Ulalar eski mezarlığında ve yıkılmış pozisyondaki türbenin bugüne kadar kime ait olduğu bilinmemekteydi. Horasan harcı ile yapılmış olan Türbe, define arayıcılarının da hışmına uğrayarak neredeyse yerle bir olmuş durumda. Tarihçiler Behram Şah’ın mezarının Erzincan Ulalar’da olduğu hakkında ittifak etmelerine rağmen, bulunan mezarın Beyramşah’a ait olduğu konusunda şüphelerde var. Tüm bunlara rağmen kare planlı mezarın ona ait olduğu değerlendiriliyor.
Behram Şah Kimdir?
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisine göre:
Mengücüklüler’in hangi Oğuz boyundan geldikleri hakkında bilgi yoktur. Osmanlı tarihçisi Yazıcıoğlu Ali Efendi’nin, Selçuklu Hükümdarı II. Süleyman Şah’ın 1202 yılındaki Gürcistan seferine Mengücük Beyi Fahreddin Behram Şah’ın Salurlar ve Bayındırlar ile katıldığı hakkındaki sözleri bir yakıştırmadan ibarettir. XIII. yüzyılda Divriği’den Mısır’a giderek Memlük sultanları katında büyük itibar elde eden Mustafa oğlu Muhammed adlı âlim Salur boyundandı. Bu husus Salur boyundan bir oymağın Divriği ve yöresinde yurt tuttuğunu gösterir. Fakat buna dayanarak Mengücüklüler’in Salur boyundan geldikleri bir tahmin olarak dahi ileri sürülemez.
Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî’nin Câmiʿu’t-tevârîḫ’inin Selçuklular bölümünde belirttiğine göre Mengücük Gazi, Sultan Alparslan’ın Artuk, Saltuk, Dânişmend gibi beylerinden biri olup Malazgirt zaferinden sonra Erzincan, Kemah ve Kögonya (Şebinkarahisar) şehirlerini fethetmiştir. Tarihçi Gaffârî ve ona dayanarak Müneccimbaşı Ahmed Dede, Alparslan’ın yukarıda adları geçen şehirleri Mengücük Gazi’ye tefvîz ettiğini bildirir. Bu bilgiler daha sonraki duruma bakılarak verilmiş hükümlerdir. Selçuklu tarihçisi İbn Bîbî, Mengücük’ü gazi unvanı ile zikrederek onun Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu I. Süleyman Şah’ın emîrlerinden olduğunu söyler. İbn Bîbî’nin sözlerinin de sadece bir tahmin olduğu şüphesizdir. Kemah kasabasının kuzeybatısında Karasu kıyısında bazıları tamamen harap bir halde birçok kümbet vardır. Mengücük Gazi’ye isnat edilen kümbette sonradan yazılmış Farsça bir kitâbede Mengücük Gazi hakkında, “Erzurum, Erzincan, Kemah ile Diyarbekir vilâyetlerini ve kalelerini alan ...” denilmektedir. Divriği’de Mengücük Gazi’nin torunlarından Şehinşah’ın türbesindeki kitâbede Mengücük, gazi ve şehid sıfatlarıyla anılmaktadır. Buna bakarak Mengücük Gazi’nin Kemah ve diğer yerleri fethettikten sonra bir savaşta şehid düştüğü kabul edilebilir. Müneccimbaşı’ya göre cesur ve akıllı bir bey olan Mengücük Gazi bazan tek başına, bazan da Dânişmend Gazi ile birlikte Rumlar’a ve Gürcüler’e karşı gazâlar yapmıştır. Kemah’ta Karasu kıyısındaki Melik Gazi Türbesi Mengücük Gazi’ye ait olabilir. Fakat bu türbenin oğlu İshak’a ait olma ihtimali daha güçlüdür. Türbenin alt katında bir mumya ile içinde kemikler bulunan yedi tabut vardı. Evliya Çelebi türbeyi “Melik Gazi Sultan” adıyla anar ve onun bir ziyaret yeri olduğunu yazar. Günümüzde de halk türbeye Sultan Melek Türbesi demektedir; bu türbe Kemah yöresinin en önemli ziyaret yeridir.
Simbat vekāyi‘nâmesine göre Tuğrul Bey’in kumandanlarından biri kalabalık bir askerle Kemah ve Argın yörelerine gelerek yağma ve tahriplerde bulunmuş, birçok esir alıp götürmüştür. Bu kumandanın Mengücük Bey olması imkânsız değildir. Şahsiyeti hakkında açık bir bilgiye sahip olmadığımız Mengücük Gazi’nin ölüm tarihi de belli değildir. 1118 yılında İbn Mangug (Mengücük oğlu) şeklinde oğlundan söz edilir. Gösterilen tarihte Mengücükoğlu Malatya’yı yağmalamış, bunun üzerine Malatya’yı oğlu Tuğrul’un adına idare eden Selçuklu Sultanı I. Kılıcarslan’ın zevcesi Ayşe Hatun Urfa Kontu Josselin’den yardım istemiştir. Bu yağmalama hareketinin, Mengücükoğlu’nun 1113’te Tuğrul’un atabegi ve annesinin zevci (Tuğrul Arslan’ın üvey babası) Artuklu Belek b. Behrâm’a karşı duyduğu kızgınlıktan ileri geldiği anlaşılmaktadır. Fakat anlaşılmayan husus, Ayşe Hatun’un devrin büyük kahramanı olan zevci Belek Gazi dururken Urfa Kontu Josselin’den yardım istemesidir. Belek ancak 1120’de Mengücükoğlu’nun üzerine yürüyebildi. Belek’e karşı koyamayacağını gören Mengücükoğlu, yardım almak için Bizans imparatorunun Trabzon valisi Konstantin Gabras’ın yanına gitmişti. Komşu Türk beylerinin muhtemel hücumlarına karşı emrinde önemli bir kuvvet bulunduran Gabras, Mengücükoğlu’nun isteğini kabul etmiş ve her ikisi Belek’in karşısına çıkmıştır. Belek de Dânişmendoğlu Gazi’yi yanına almıştı. Erzincan yakınındaki Sirvan (Şirvan [?]) denilen mevkide yapılan savaşta Mengücükoğlu ile Gabras ağır bir yenilgiye uğrayıp esir alındı. Konstantin Gabras 30.000 altın karşılığında kurtuldu; Mengücükoğlu da Dânişmendli Gazi’nin damadı olduğu için serbest bırakıldı. Bu yüzden Belek ile Gazi’nin arası açıldı. 1142 yılında Kemah beyinin öldüğü bildirilmektedir. Bu bey kitâbelerde zikredilen İshak olmalıdır. Onun ölümü üzerine Dânişmendli Hükümdarı Melik Muhammed Kemah’ı idaresi altına aldı. Melik Muhammed’in aynı yılda vefat etmesinden sonra Kemah eski sahiplerince geri alınmış olmalıdır.
Mengücüklüler hakkında en çok bilgi veren Süryânî Mihail’e göre 1151’de Erzincan beyinin karısı kocasını boğdurduktan sonra Divriği’de bulunan kayınbiraderini çağırıp onunla evlenmiştir. Fakat Mihail hadisedeki şahıslardan hiçbirinin adını yazmaz, başka kaynaklarda ise bu olaydan hiç söz edilmez. Yine aynı müellife göre Dânişmend Hükümdarı Yâkub Arslan (doğrusu Yağıbasan) 1163 yılında Kemah’a gidip âsi emîri öldürmüştür. Bu âsi emîrin de kim olduğu bilinmemektedir. el-Veledü’ş-şefîḳ adlı tarihini 1332-1333 yıllarında yazan Niğdeli Kadı Ahmed’in eski bir takvimden aldığı bir haberden Fahreddin Behram Şah’ın 560’ta (1165) Erzincan’da beyliğin başına geçtiği öğrenilmektedir. Behram Şah’ın babasının adı Dâvud, dedesinin adı İshak idi. Dâvud daha önce Erzincan’ı idare etmiş olmalıdır.
Kemah-Erzincan Kolu. Bu kolun ilk beyinin kim olduğu bilinmediği gibi idare merkezinin Kemah’tan Erzincan’a ne zaman taşındığı da belli değildir. Bu taşınmanın Kemah’ın 1142 yılındaki Dânişmendli işgaliyle ilgili olması muhtemeldir. Fahreddin Behram Şah kaynaklarda melik unvanı ile anılan üçüncü Erzincan beyidir. Bir parasında da “emîrü’l-ümerâ” unvanı görülmüştür. Mengücüklü hânedanının en tanınmış beyi olan Fahreddin Behram Şah akıllı, dürüst, ahlâk sahibi, âdil, şefkatli ve cömert bir hükümdar olarak tanınmış, bundan dolayı kendisine her yerde saygı gösterilmiştir. Selçuklu tarihçisi İbn Bîbî, bu Mengücüklü beyinin meziyetlerini saydıktan sonra melikliği esnasında Erzincan’daki düğün ve yaslara katıldığını, katılamadığı zamanlarda da para ve yemek gönderdiğini, kışın kuşların ve vahşi hayvanların yemeleri için dağlara ve kırlara yiyecekler koydurduğunu yazar. Behram Şah, II. Kılıcarslan’ın damadı olduğu gibi bazı Selçuklu hükümdarlarının da kayınbabası idi. 1181’de II. Kılıcarslan ile oğlu Sivas Meliki Kutbüddin Melikşah’ın arası açılmıştı. Bunun sebebi Melikşah’ın devletin başına geçme ihtirasıdır. Kılıcarslan’ın veziri olan ve onun üzerinde büyük bir tesire sahip bulunan İhtiyârüddin Hasan sultana oğlunun ihtiraslarına karşı uyanık olmasını telkin ediyordu. Sonunda baba oğul karşılaştılar. Melikşah’ın askerleri sultana duydukları saygıdan dolayı savaşmayıp dağıldılar. Melikşah Sivas’a dönmek zorunda kalınca Konya’ya gelen Behram Şah, İhtiyârüddin Hasan’ı Erzincan’a götürmek için kayınbabası Kılıcarslan’ı ikna etti. Çünkü halk İhtiyârüddin Hasan’ı baba ile oğlun arasının açılmasının müsebbibi sayıyordu. İhtiyârüddin Hasan baba ile oğlun arası düzelinceye kadar Erzincan’da kalacaktı. Yola çıkıldığında vezirin yanında akrabaları, uşakları ve muhafızlarından müteşekkil 200 kişilik bir topluluk vardı. İhtiyârüddin Hasan ve yanındaki topluluk yolda Türkmenler tarafından öldürüldü. Zira Türkmenler, Sultan Kılıcarslan’ın 4000 Türkmen’in öldürülmesi emrini onun telkiniyle verdiğine inanmışlardı. Türkmenler’e bu işi Melikşah da yaptırmış olabilir. Behram Şah’ın bu meselede kayınbiraderinin tarafını tutmuş olması tabii karşılanmalıdır. Çünkü Melikşah Sivas meliki olarak Mengücük hükümdarının komşusu idi.
Fahreddin Behram Şah’ın daha sonraki Selçuklu sultanları ile olan münasebetleri de iyi geçti. Bunlardan Rükneddin Süleyman Şah’ın 1202 yılındaki Gürcistan seferine katıldı, Selçuklu ordusunun Avnik yakınlarında yenilmesi üzerine (Temmuz sonları) Gürcüler’e esir düştü. Fakat Gürcüler faziletli bir hükümdar olduğunu bildikleri için ona saygı gösterdiler ve kurtuluş akçesi almadan serbest bıraktılar.
Kızı Melike Hatun’u 1213 yılından önce Selçuklular’dan Erzurum Hükümdarı Mugīsüddin Tuğrul ile evlendiren Fahreddin Behram Şah, diğer kızı Selçuk Hatun’u da Selçuklu Hükümdarı I. İzzeddin Keykâvus’a verdi. Bu kıza annesi Selçuklu hânedanından olduğu için Selçuk Hatun adı konmuştur. Fahreddin Behram Şah, Uluğ Keykubad’ın hükümdarlığının ilk yıllarını da gördükten sonra 1225 yılında vefat etti. Mahallî rivayete göre Erzincan civarındaki Aşağı Ula köyü yakınında bulunan kitâbesiz türbe Fahreddin Behram Şah’a aittir. Fakat bu rivayetin doğruluğuna inanmak güçtür.
Fahreddin Behram Şah’ın altmış bir yıl süren meliklik devrinde Mengücüklü ülkesinin geniş ölçüde imar gördüğü ve halkın refah seviyesinin çok yükselmiş olduğu şüphesizdir. Bunun sonucunda bilhassa Erzincan büyük gelişme göstererek Anadolu’nun her bakımdan en başta gelen şehirlerinden biri olmuştur. Behram Şah’ın ilim adamları ile şair ve ediplere değer verdiği de bilinmektedir. Şair Nizâmî-i Gencevî Maḫzenü’l-esrâr isimli meşhur eserini Fahreddin Behram Şah adına yazmıştır. Mengücük beyi de ona armağan olarak 5000 altın, beş yüğrük katır, beş donatımlı at, hil‘at ve elbise göndermiştir. Fahreddin Behram Şah’ın Selçuk, II. Dâvud ve Muzafferüddin Muhammed adlı üç oğlu bilinmektedir. Selçuk babasının devrinde Kemah’ı idare ediyordu. Onun ne zaman öldüğü ve yerine kimin geçtiği bilinmemektedir. Bilinen şey Kemah’ın da Behram Şah’ın Erzincan’daki halefi II. Dâvud’un idaresi altında bulunduğudur. Muhammed ise Karahisar (Şebin) hâkimiydi.
Fahreddin Behram Şah’tan sonra Erzincan tahtına oğlu Alâeddin Dâvud Şah geçti. O da babası ve kardeşi Kemah hâkimi Selçuk gibi şah unvanını taşıdı. İbn Bîbî, Dâvud Şah’ın ilmin her dalını sevdiğini, bilhassa ilâhiyyât, tabîiyyât ve riyâziyyât ile ilm-i nücûma vukufu olduğunu yazmaktadır. Dönemin en tanınmış âlimlerinden Abdüllatîf el-Bağdâdî, Erzincan’dan gelerek bir müddet Dâvud Şah’ın sarayında yaşadı ve eserlerinden bazılarını ona ithaf etti. Fakat yine İbn Bîbî onun dirayetli bir hükümdar olmadığını söylemektedir. Dâvud Şah beylerinden birkaçını öldürttü, bazılarını da hapsetti. Bunu gören bazı beyler Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad’a sığınarak meliklerini şikâyet ettiler. Hükümdar onları iyi karşıladığı gibi Dâvud Şah’tan hapiste olanların da kendisine gönderilmesini istedi ve bu isteği yerine getirildi. Alâeddin Keykubad yanında bulunan Mengücük beylerine ağır dirlikler verdi. Bunu haber alan Dâvud Şah’ın geri kalan beyleri de itaatsizce hareketlerde bulunmaya başladılar. Selçuklu hükümdarının bu tutumuyla Mengücük beyliğine son vermeyi hedeflediğini anlayan Dâvud Şah Kayseri’ye giderek sultana bağlılığını bildirdi, sultan da Dâvud Şah’ı sıcak karşıladı. Bir müddet Kayseri’de kalan Mengücük beyi sultanın kendisine bir ahidnâme vermesiyle ülkesine döndü. Bu ahidnâmeye göre Dâvud Şah, sultana sadakatle bağlı olduğu müddetçe sultanın alâka ve yardımına nâil olacaktı. Fakat yine İbn Bîbî’ye göre Dâvud Şah, Erzurum meliki Selçuklu Tuğrul Şah’ın oğlu Cihan Şah ile Alâeddin Keykubad’a karşı bir ittifak kurmaya teşebbüs ettiği gibi Cezîre-Ahlat’ın Eyyûbî hâkimi el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’dan ve Celâleddin Hârizmşah’tan yardım ve himaye istedi. Hatta Mengücük hükümdarı, Alamut hâkimi Alâeddin Nev Müsülman’a başvurarak Kemah Kalesi’ni mühimmat ve erzakı ile kendisine vermesi karşılığında Keykubad’ın öldürülmesini teklif etti. Eğer bu haberler doğru ise Dâvud Şah, Keykubad’ın verdiği ahidnâmeye inanmamıştı veya bu haberler beyliği ortadan kaldırmayı haklı göstermek için ileri sürülmüş asılsız bahanelerden ibaretti. Yine adı geçen müellife göre Dâvud Şah, bu teşebbüslerinden bir netice çıkmadığını görünce yeniden Keykubad ile anlaşma yolunu aradı ve oğullarını rehine olarak ona gönderdi. Fakat bu davranışı ülkesini elinden almaya kesin karar vermiş olan hükümdarı fikrinden vazgeçiremedi. Erzurum meliki, amcasının oğlu Rükneddin Cihan Şah’ı da ortadan kaldırmak isteyen Alâeddin Keykubad, asıl maksadını gizleyerek seferin Erzurum üzerine yapılacağını bildirip Dâvud’dan kendisine katılmasını istedi. 625 (1228) yılında Sivas’tan harekete geçen Keykubad, kendisini karşılayan Dâvud Şah’ı yakalatıp Erzincan’ı ele geçirdi. Müstahkem Kemah Kalesi mukavemet göstermek istediyse de Selçuklu hükümdarının Dâvud’a baskı yapması üzerine teslim oldu.
Cihan Şah’a gelince, o da Keykubad’ın sefere çıktığını duyar duymaz bir taraftan Keykubad’a elçi gönderip yalvardığı gibi diğer taraftan Eyyûbî el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’yı metbû tanıdı, el-Melikü’l-Eşref de Selçuklu sultanının hücumuna karşı Cihan Şah’ı korumaya kesin olarak karar verdi. el-Melikü’l-Eşref, Alâeddin Keykubad’ın doğuya ve güneydoğuya doğru ülkesini genişletmesini hiç arzu etmiyordu. Çünkü böyle giderse sıra kendisine de gelecekti. Bu esnada Eyyûbîler’le bozuşmak istemeyen Alâeddin Keykubad, kumandanlarından Ertokuş’u Muzafferüddin Muhammed’in elinde bulunan Karahisar üzerine göndererek kendisi Kayseri’ye döndü. Keykubad’ın Erzincan seferinin 1228 yılının güz aylarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Abdüllatîf el-Bağdâdî 17 Zilkade 625’te (18 Ekim 1228) Erzincan’dan ayrıldı, 18 Safer 626’da (16 Ocak 1229) döndüğünde hâmisini bulamadı. Selçuklu hükümdarı, Dâvud’a Akşehir ve Ilgın’ı (Âbıgerm) dirlik olarak verdi; eski Erzincan hükümdarı da yakın adamları ile burada yaşadı. Fakat dirliklerinin zengin ve bayındır yerler olmasına rağmen sultana gönderdiği bir manzumede hayatının yokluk ve sıkıntı içinde geçtiğinden şikâyet etmektedir. Dâvud’un ne zaman öldüğü ve nerede gömüldüğü belli değildir.
Dâvud’un kardeşi Karahisar hâkimi Muzafferüddin Muhammed kalesini savunmak istedi; ancak halkın sadakatine güvenemediğinden ve uzun bir zaman dayanamayacağını anladığından sultanın kendisine bir dirlik vermesi karşılığında kaleyi teslim edeceğini Karahisar’ı kuşatan Atabeg Muzafferüddin Ertokuş’a bildirdi. Bu isteği kabul edilerek kendisine Kırşehir timar, bazı yerler de mülk olarak verildi. Muzafferüddin Muhammed ailesiyle birlikte hayatının sonuna kadar Kırşehir’de oturdu ve bir medrese inşa ettirdi. Muzafferüddin Muhammed, II. İzzeddin Keykâvus’un ilk saltanat yıllarına (1246-1249) kadar yaşadı. Temiz ahlâklı, sağlam seciyeli bir insan olan Mengücük prensi, İbn Bîbî’ye göre kızını Alâeddin Keykubad’ın oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’e vermek istememiş, ancak ısrarlara dayanamayarak buna rıza göstermiştir. Muzafferüddin Muhammed ve oğulları Kırşehir’de Selçuklu sultanlarından saygı görerek yaşamışlardır.
Divriği Kolu. Tarihlerde bu kolun adı geçmemekte, ancak onların varlığı Mengücüklüler’in Divriği’de yaptırdıkları sosyal eserlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Bu eserlere göre Divriği kolunun ilk beyi Mengücük Gazi’nin torunu ve İshak’ın oğlu Süleyman’dır. Fakat Süleyman’a ait bir eser mevcut değildir, ne zaman öldüğü de bilinmemektedir. Süleyman’ın oğlu Şehinşah’ın eserleri olduğu gibi sikkesi de vardır. Şehinşah Divriği Hisarı’ndaki caminin (Kale Camii) bânisidir. Kitâbesinde eserin 576 (1180-81) yılında yapıldığı kaydedilmiştir. Şehinşah’ın türbesi kasabanın merkezinde bulunmaktadır. Onun eşi de oraya gömüldüğü için Divriği halkınca Sitti Melik adıyla anılan bu türbenin kitâbesinin tarihi 592’dir (1196). Gerek kitâbedeki ifadelerden gerekse paralarından Şehinşah’ın 593’ten (1197) sonra öldüğü anlaşılmaktadır. Türbe kitâbesindeki “kātilü’l-kefere ve’l-müşrikîn” gibi bazı ibarelere bakılırsa Şehinşah gazâlarda bulunmuştur. Yine kitâbede Şehinşah yoksulların ve zavallıların arkadaşı, öksüzlerin ve mazlumların babası olarak tanıtılmış; o zamanlar bütün Türk sultan ve beyleri tarafından kullanılan alp, kutluğ, uluğ, tuğrul, tigin, cebûye (yabgu) gibi Türkçe unvanlar kaydedilmiştir. Bu kitâbenin önemli bir hususiyeti de Mengücük Gazi’nin orada İshak’ın babası olarak gösterilmiş olmasıdır.
Şehinşah’ın Süleyman ve İshak adlı iki oğlunun varlığı bilinmektedir. Süleyman’ın adı sadece kitâbelerde görülür. İshak’ın adı 645’te (1247) düzenlenen Karatay vakfiyesindeki şâhitler arasında geçmektedir. Divriği’deki ulucami Şehinşah’ın torunu ve Süleyman’ın oğlu Ahmed Şah tarafından yaptırılmıştır (626/1229). Caminin kitâbelerinin birinde Ahmed Şah’ın metbûu Alâeddin Keykubad’ın adı zikredilmektedir. Ahmed Şah Camii’nin minberi de bu beyin adını ve 638 (1240-41) tarihini taşımaktadır. Ahmed Şah birini 634 (1236-37), diğerini 641 (1243-44) yılında olmak üzere hisar kapılarını da yeniden yaptırmıştır. Ahmed Şah’ın camisinin bitişiğindeki dârüşşifâ Fahreddin Behram Şah’ın kızı Turan Melek Hatun tarafından yaptırılmıştır. Mahallî rivayete göre Turan Melek, Ahmed Şah’ın zevcesidir. Ahmed Şah’ın vefat tarihi hakkında bilgi yoktur. Kendisine oğlu Sâlih halef olmuştur. Bu husus, Sâlih’in hisar burçlarından birinin üzerine koydurduğu ve kendisinin melik unvanıyla anıldığı 650 (1252) tarihli kitâbeden anlaşılmaktadır. Melik Sâlih’in ölüm tarihiyle halefinin olup olmadığı da bilinmemektedir. Böylece Divriği Mengücüklü Beyliği’nin ne zaman sona erdiği de meçhuldür. 676 (1277) yılında Memlük Sultanı Baybars’ın Anadolu seferi dolayısıyla bu ülkeye gelen İlhan Abaka Divriği’ye de uğramış ve şehir ileri gelenlerinin kendisini iyi bir şekilde ağırlamasına rağmen surların yıktırılmasını emretmişti. Bu emrin yerine getirilip getirilmediği belli değildir. Yalnız bu haberler şehrin anılan tarihte artık Mengücüklüler’in idaresinde olmadığı fikrini vermektedir. Divriği’deki Mengücük hâkimiyeti, dıştan gelen bir müdahaleden ziyade şehri idare edebilecek hânedan mensubu bir şahsın olmaması yüzünden sona ermiş olmalıdır.
Erzincan, Kemah, Divriği ve Karahisar şehirleriyle yetinen Mengücüklüler bunlara yenilerini katma gayesini taşımamışlardır. Tarihlerde onlardan pek az bahsedilmesinin sebebi budur. Buna karşılık Mengücüklüler ülkelerinin imarına çalışmışlar, her biri birer sanat âbidesi olan eserler meydana getirmişler, âlim ve şairleri himaye etmişlerdir. İlk Mengücük beylerinin oturduğu Kemah’ta şehrin 500 m. kuzeybatısında birbirine yakın, çoğu yıkıntı halinde, kitâbesiz veya kitâbesi ele geçmemiş birçok türbe vardır. Bunların Mengücüklü beylerine ait olduğu ve bu mevkinin (Sultan Melek semti) onların aile mezarlığını teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Mengücüklüler’in XII. yüzyılda burada gaziler için bir yurt yaptırdıkları bilinmektedir. Erzincan, Melik Fahreddin Behram Şah’tan itibaren önemli bir şehir haline gelmiştir. Mengücüklüler’den sonra Selçuklu yöneticileri arasında birçok Erzincanlı görülür. Bu husus, Behram Şah’ın himmet ve gayretiyle Erzincan’da başlayan ilim ve kültür faaliyetlerinin neticesidir. Mengücüklüler’in devlet teşkilâtı hakkında da bilgi yoktur, vezirlerinden bile söz edilmez. Bununla beraber Selçuklular’daki gibi, fakat çok daha küçük bir devlet teşkilâtına sahip oldukları şüphesizdir. Divriği’deki kitâbeler buradaki beylerin hâciblerinin olduğunu göstermektedir.
Erzincan’da Mengücüklüler’e ait cami, medrese, han ve hamam gibi bir eser günümüze kadar gelmemişse de bunun sebebi şehrin geçirdiği depremler olmalıdır. Zira Fahreddin Behram Şah gibi akıllı, iyilik sever ve varlıklı bir insanın altmış yıldan fazla süren melikliği devrinde bu tür eserler yaptırmamış olması düşünülemez. Nitekim adını taşıyan bir medrese XVI. yüzyılda varlığını korumaktaydı. Karahisar’da da Mengücüklüler’e ait herhangi bir esere rastlanmamıştır. Kemah’ta ise sadece birkaç türbe vardır. Bu durumda Mengücüklüler’e ait yâdigârları Divriği’deki eserler temsil etmektedir. Bunlar da iki camiyle bir hastahane ve birkaç türbeden ibarettir. 576 (1180-81) yılında Süleyman oğlu Şehinşah tarafından yaptırılan Kale Camii kıbleye dikey bir tonoz ve dörder pandantif kubbeli, yan neflerle dikdörtgen bir plana sahiptir. Taçkapının nişinde çeşitli taş ve tuğla işlemelerle kitâbeler görülür; geniş bordür hendesî bir kompozisyonla işlenmiştir. Caminin içinde sade ve etkili bir mimari hâkimdir. Şehinşah’ın torunu Ahmed Şah’ın inşa ettirdiği ulucaminin mimarı Ahlatlı Hürremşah’tır. Ulucami kaleye yakın bir yerde olup on altıdan fazla tonoz görülür. Yalnız mihrabın üzerinde kubbe vardır. Taş mihrap, nişe geniş ölçüde yerleştirilmiş barok palmetler ve onu çevreleyen silmelerle Türkiye’de benzeri olmayan bir eser sayılmaktadır. Yüksek bir sanat değeri taşıyan abanoz minber, rûmîler ve kıvrık dallarla işlenmiş panoların hendesî yıldızlar halinde sıralanmasından meydana gelmiştir. Camiye bitişik dârüşşifâ sakin ve sürükleyici mekân tesiriyle daha başarılı bir mimari görünüştedir. Asıl yapı özelliğini koruyan dârüşşifâ da uzmanlara göre âbidevî bir eserdir. Ahmed Şah ile Turan Melek Hatun’un dârüşşifâya bitişik türbeleri ayrı bir güzelliktedir. Baştan başa çinilerle kaplı olan lahitler altın yaldızlı fîrûze çinilerle süslenmiştir. Külliyenin her biriminin iç mimari ve süsleme bakımından birer şaheser olduğu, dış yapısının ise tesirli bir görünüşe sahip bulunmadığı kabul edilmektedir. Bununla beraber eşsiz güzellikte olan dört taçkapı ile bu görünüş giderilmiştir. Kendilerine has üslûplar taşıdığı kabul edilen Mengücüklü yapıları Anadolu’daki en eski Türk eserleri arasında bulunmalarıyla da önemli bir değer taşır. Ulucami kale camisinden kırk sekiz yıl sonra yapılmış olup bu durum şehirde kalabalık bir Türk varlığının teşekkül etmiş olduğunu gösterir. Bir taraftan tabii çoğalma, diğer taraftan Moğol istilâsı yüzünden Orta Asya ve İran’dan gelen göçler bunun başlıca âmillerini teşkil eder. Divriği’de Mengücüklüler’e ait bir medresenin görülmemesi hayret vericidir. Çünkü buralı olan, aynı zamanda Salur boyuna mensup değerli bir âlimin Mısır’a göç ederek sultanlar katında büyük bir itibara sahip olduğu yukarıda kaydedilmişti.