Mayıs ayının sonları, yine dost sohbetinin kurulduğu günlerden biriydi. Kunduracı Muharrem Usta yeni bir ayakkabı yapmak üzere derilere özenle şekil vermekte, tezgah üzerine yatırdığı yüzeyi binbir yaralı tahta üzerinde ustura gibi misali bıçağıyla milim dahi şaşmadan köseleleri, astarları, derileri kesmekle meşguldü.
Oğlu Mahmut, bıyıkları yeni terlemeye başlamış, yıldız parlaklığında bakışları sevimli bir delikanlı edasıylatezgâh ile dikiş makinesi arasında sıkışmış vaziyette, iplik mumlamaktaydı. Yaptığı şey, ipliklerin sağlamlığını ve kayganlığını artırmak için,arılardan elde edilen balmumu ile ipliği sıvazlama işiydi. Usta, derilere şekil verdikten sonra, biz diye tabir edilen tahta sap ucuna sabitlenmiş çivili bir alet yardımıyla delikler açacak ve yorgan iğnesinden irice, çuvaldızın küçük kardeşi gibi bir iğne ile meşin ya da gön diye de tabir edilen derilerin dikim işi gerçekleştirecekti.
Filozof Fahri Dayı,Bilal Çavuş, Molla Ömer Efendi, Hacı Gani Efendi,Tekatlıgilin Mehmet Dayıve Hulüs Çavuşsedirlerde, iskemlede yerlerini almışlardı. Sedirler insanların ağırlığına ilaveten onların 70-80 yıllık hatıralarının ağırlığını da taşırcasına çaresizce yere doğru eğilmekteydi.
Bir ara kapı yavaşça aralandı ve selamlama eşliğinde bir çift ürkek göz içeriyi kısa süreli kolaçan etmeye başladı. Dükkânda oturanları müşteri zannederek durakladı, girip girmemedeki tedirginlikle karışık kararsızlığı rahatlıkla sezilmekteydi. Ustanın “Buyur Efendi, buyurun” demesiyle kravatlı takım elbiseli yabancı, zor sezilir bir tebessümle “bir tamirat işim vardı” diyerek sedirin boş kalan yerine oturuverdi.
Yeni gelenlere herkesin tebessümle karışık merhabalarını,ellerini göğüslerine hafifçe yaklaştırarak söylemeleri adettendir. Öylede oldu.Efendi hoş geldiniz, nereden gelirsiniz, ne iş yaparsınız? Babından dostluk kokan sorular muhabbetin ilk kıvılcımları oluşturmaktaydı.“Efendiler, ben İç Anadolu'dan Kırıkkaleli Murat öğretmenim ilkokul öğretmeniyim.” Derken kerpiç yapılı bu eski dükkândaki her detayı göz ucuyla süzmekteydi.Bir ara raflardaki kitaplara takılan bakışları, Muharrem Usta'nın “Efendi ev bulabildiniz mi, yerleşme bildiniz mi” sorusuyla yeniden insanlara yöneldi.
“Şehirde kalıyorum Erzincan'dan günlük geliş gidiş yapıyorum Ustam.” Deyiverdi istemsizce.
Öyle ya, nahiyede herkesin kendisi için derme çatma ve ekseriyeti topraktan yapılmış evleri vardı. Bahçe içlerine nadiren yapılmış birkaç ilave evcilik te, memurlar tarafından çoktan kiralanmıştı.Bu nedenle, birçok memur için bu şartlarda şehirde yaşamak daha elverişli bir durumdu.
Bağ, bahçe ya da dağda keven, yavşan, sığırkuyruğu sökme işlerinden arta kalan zamanlarda okuluna gidebilen Mahmut, yerinden yavaşça kalkarak testiden doldurduğu maşrapayı öğretmene uzatınca Murat hoca memnuniyetle aldı ve teşekkür eşliğinde boş kabı geri uzattı.
Buralarda şehirli ifadesi olarak bilinen teşekkür sözü pek az duyulurdu. Sağ olasın, berhudar olasın, daim olasın gibi sözlerle mukabele edilirdi. Bakır maşrapa her defasında usulen su ile çalkalandıktan sonra birkaç kez elden ele dolaştırılmış oldu.
Başlarında fes veyabörkleri, bellerinde bükülerek dolandırılmış sıkı kuşakları ve yöreye özgü şalvarları olan bu insanlar, çok az konuşmalarına rağmen hayatı daha ziyadesiyle kitaplardan öğrenen Murat öğretmen üzerinde sıcak bir etki bırakmaya başlamıştı.
Kısa ama manidar bir soru soruluyor, konuşan insanı uzun uzun ve sabırla dinliyorlardı. “Ağzı olan konuşuyor” sözünün moda olduğu bu dönemlerde, sohbet meclisindeki bu erdemli hal çok etkileyici oluyordu. Sorular anlamlı, konuşulanlar mana yüklüydü. Bir vadinin içinde yamaçlara serpilmiş 3 veya 5 dönümü geçmeyen üzüm bağları ve sesi huzur fısıldayan dereden başka kayda değer yer görmemiş bu insanlar nasıl oluyordu da bu kadar güzel konuşabiliyorlardı, sorusu kafasında dolaşmaya başlamıştı.
Elindeki balmumu ve ipliği bir kenara bırakan Mahmut tebessümlü bir yüz haliyle ile babasına dönerek “baba buraya gelmeden samanlığı temizledim.Birkaç çuval saman artığı vardı. Hayvanlar bunları yemez diye düşünüyorum. Yakında taze saman gelecek, yeşil ot da fazlasıyla var. Uygunsa önceki yılın samanlarını hayvanların altına kuruluk olarak serelim.” Deyince, Ustanın bir an yüz ifadesi değiştiği… Durakladı… Mühim bir şey söyleyecek olmanın ağırlığını hissettirerek “olur mu oğlum hiç!Sevmiyorlar demek te nasıl bir söz. Elbette yeni saman alınacak. Hatta İnsanların yiyeceğinden önce hayvanların samanını, yemini alacağız. Ama önceki yıldan da kalmış olsa, saman ziyan edilir mi hiç.
Mahmut söylediğine pişmanlık hissi duyarak“yemiyorlar da onun için…” diyebildi.
Çocuklarına ve çevresindekilere karşı hep gizli bir tebessümle konuşan Ustanın bu defa ki ses tonu ve yüz ifadesi biraz farklı olmuştu. Mahmut da babasının “önce hayvanların yiyeceği önemli” demesine biraz bozulmuş gibiydi. Murat Hoca söze girerek “Ustam, biz de bu hafta çocuklara tasarrufu anlatacağız. Talebeler, genç nesiller tasarrufu, tasarruflu yaşamayı öğrenmeliler. Çocuklar, defterini tutumlu kullanmayı, ders kitaplarını alt sınıftan gelenlere bırakmak üzere temiz tutmayı bilmeliler.” kabilinden sözleriyle ustayı dolaylı olarak teyit ediyordu.
Genellikle dinlemeyi tercih eden, konuşulanlara ara sıra “ya! Elbette” gibi mukabelesi olmasa,“ağzımda dilimi yok acaba” dedirtecek nev’inden bir insan olan Molla Ömer sükûnetli bir ses tonuyla söze girdi.“Mahmut yeğenim! Babanın ve Murat Öğretmenin dediklerinden ders çıkarmamız gerekir. Aslında Usta, hayvanların kışlık yiyeceği insanların beslenmesinden daha mühim derken insanı yaşatmanın önemini vurgulamış oldu.
Usta bir yandan kösele ve derinin buluştuğu yerde biz ile açtığı deliklere kibrit çöpü misali ağaç çivileri özenle vurmakta ve bu ağaçların tam ortasına dudaklarında tuttuğu demir çivileri yerleştirmekteydi.Molla Ömer sözüne devamla “kendi günümüzde, çocukluğumuzda bir kış yaşadık. Zannediyorum 1920'li yıllardı. Zihnimizde “Karakış, ya da Büyük Kış” olarak mıh gibi çakılı kalan bir yıl oldu. Yıl diyorum, çünkü kış neredeyse tam bir yıla yayılmıştı.
Murat öğretmen, bir hatip edasıyla başlayan bu konuşmayı nefesi durmuşçasına, hayranlık dolu yüz ifadesi ile dinlemeye başladı.Oradakilerinbirçoğu, kendisi ve Mahmut hariç, bu tarihi olayın canlı şahitleriydiler. Su akıcılığında anlatılan bu olayı, Mahmut farkında olmadan şaşkınlık yaşayan bir yüz ifadesiyle, iplik ve mumları elinden düşürmüş olarak, babasının az önceki sitemkârsözlerine anlam yüklemek istercesine dinliyordu.
Anlatılanlara Usta arada bir başını sallayarak destek vermekte, diğerleri ise tasdik edercesine küçük cümlecikler ile katkıda bulunmaktaydılar. Adet olduğu üzere kış hazırlıkları yapılmış, merekler ot ve samanla doldurulmuş... Hatta hayvanların sevebileceği türden kayısı, kiraz, kavak yaprakları sonbahar gazeli halini alınca bahçelerden toplanarak bohçalar içinde taşınmıştı.
Ambarlara yeterince un konulmuş, kışlık kavurma, yağ, kayısı kurusu,saki elması, havenkhavenk üzümler kilerdeki yerini almıştı.
Tutuşturma babında dağdan toplanan geven, yavşan, sığırkuyruğu… Bağlardan getirilen kuru odunlar tandırların yakınına istif edilmişti.Hali vakti olmayanlar, yeterince hazırlık yapamayanlar için toplanan yardımlarla bütün ahali yeni bir kış mevsimine girmişlerdi.Hani eskilerin güzel bir duası vardır. Allah kışımızı kış, yaz mevsimimizi de yaz eylesin. Efendiler galiba bu dua ihmal edilmişti ki, Aralık ayından itibaren günler geçti, aylar geçti ama maalesef yeterince kar yağmadı. Nerede önceki kışlar… Nerede diz boyu yağan kar… Demeye başlanmıştı.Kışın yeterince kar yağmalı ki, toprak suya doysun, dereler gürül gürül çağlasın. Bereket olsun.Sonbaharda toprağa emanet edilen ekinleri bir örtü misali soğuktan korusun… Mikropları kırsın ki hastalıklar son bulsun.Ama ne çare! Karı, yağmuru O’ndan başka kim indirebilirdi. Başka kimin gücü yeterdi. Rızkın Yüce Sahibi nasip etmedi, yağmadı… Yağmıyordu işte ne çare!
Kış boyu devam eden grip salgını her kapıyı yoklamıştı adeta. Ekseriyeti çiftçilikle geçinen insanımızın mutsuzluğu, endişesi yüzünden okunmaktaydı sanki. Ticari maksatla kışın beslemek üzere sonbahar ucuzluğunda koyun, keçi, sığır toplayan mal cambazları da şaşkındı.Kar tanelerine bağlı olan umutlar her sabah parlak bir güneşin doğuşuyla yine kar tanesi misali erimekteydi.
Aralık, Ocak, Şubat derken… Mart ayı da kulaklıkla geçmiş oldu. Kış mevsiminde Toprak çatlar mıydı hiç. En mümbit tarlalarda bile oluşan çatlaklara neredeyse el sığmaktaydı. Nisan ayı ile birlikte çiftçi için umutlar da tükenmiş oldu.
Aklı kâmil büyükler “Allah beterinden saklasın” dedikçe gençler,“bir tane kar, bir damla yağmur yok. Bundan beteri mi olurmuş.” diye itiraz etmekten kendilerini alamıyorlardı. Toprağa kazma işlemiyor, çifte vurulan öküzlerin gözleri adeta dışarı düşüyor, otlağa çıkan hayvanların yorulmaları yanlarına kalıyor, dışarı çıktıklarına bin pişman oluyorlardı.
Nisan ayının yarısına gelindiğinde,Erzincan ovası gece boyu yağan ve iki karış yüksekliğe ulaşan kar örtüsü ile güne başlamış oldu. Yüzlerde, neden geç kaldın dercesine biraz şaşkınlık, biraz tebessüm vardı. Çığlık çığlığa sokağa dolaşan çocuklar, eline aldığı karı yüzlerine sürenler, özlemiş haliyle topak topak kar yiyenler, üzerine bal pekmez dökmek üzere en temiz yerlerden tabaklarla kar dolduran teyzeler, anneler…Buruk bir sevinçle karışık geç kalınmış bir buluşma yaşanıyordu sanki. Gün akşam oldu, yemekler yenildikten sonra ekseriyetle iç yağından yapılan mumlar ve daha zenginlerin sahip oldukları gaz lambaları ani üflemeler ile birer birer ışığını kaybetmeye başladı.
Buralarda gece ve özellikle çocukların yatma saati, yerler mühürlendi bahanesiyle, akşamın alaca karanlığı ve akabinde yatsının okunmasıyla başlardı. Bu saatten sonra muhitte görünen nadir ışıklar, sayısı üçü dördü geçmeyen köy odalarının pencerelerinde görünürdü.
İnsanlar sabah hayata başlandığında, gece boyu yine kar yağdığını, kar kalınlığının neredeyse diz boyuna çıkmış olmasından anlayabiliyorlardı. Kendi mevsiminde yağmayan kar, Nisan ayının ortalarında yağmaya başlamıştı, hem de geceler boyu.Sonraki gece yine kar yağışı, sonraki geceler yine kar... Gündüz dinlenmeye çekilen gökyüzü gece adeta galeyana geliyordu, hem de sabahlara kadar.Günler geçtikçe kar, pencerelerin ışığını tam anlamıyla azaltmaya başlamıştı.İki haftanın sonunda, dışarıdan beyaz bir kar perdesi pencereleri kaplamış olduğundan artık içeride perde çekmeye pek gerek kalmıyordu.
Her gece kar yağıyor ve her sabah çam ağacından yapılma kar kürekleri sağlam bileklerle buluşup toprak damlarda hummalı bir çalışmaya koyuluyordu.Bu kadar karın günlük olarak temizlenmemesi halinde ne yıllara meydan okuyan tomruk terslikler, ne onların üzerini kaplayan tahtalar ve ne de damdan yağmur geçmesini engelleyecek şor toprağın bu ağırlığa dayanması mümkündü.Gece boyu yağan karın kalınlığı en net şekilde günlük temizlenen damlarda ölçülebiliyordu. En az yağdığı gecede bile bir karış yüksekliğe ulaşmaktaydı.Kurulmuş saat misali, söz verilmiş görüşme misali tamı tamına 20 gün boyunca her akşam başlayan ve sabaha kadar devam etmişti. Bu hal felakete, kabusa dönüşmüştü artık.Karın yüksekliği evleri tamamen kapatmış, ışık alsın diye pencere önlerinden yukarıya doğru delikler açılması mecbur olmuştu. Kendi bahtına düşen kar ile dolan daracık sokaklar, damlardan kürenenlerin de eklenmesiyle tamamen nefessiz kalmıştı. Komşudan komşuya geçişler kar altından açılan tüneller yardımıyla gerçekleştirilmekteydi.
Ya Mahmut yeğenim, Murat Hocam! işte böyleydi durum.
Araya giren Tek Atlıgilin Mehmet Dayı“anlattıklarında eksiklik var fazlalık yok demeyi görev bildi.”Hulüs Çavuşun“yaramıza neşter vurdun seni sağ olasın Ömer Efendi” demesiyle kürsüde devletleşmiş bir hatip misali Ömer Emmi konuşmaya devam ediyordu. 20 gün gece boyu kar ne demek insan boyunu çoktan aştı, toprak damlara ulaştı. Ağaçlar, kocaman gövdeleri karda kaybolunca, sadece dallardan ibaret kalmış gibi oldu.Dağ üşüyor, bağ düşüyor, tarla üşüyor… Hayvanlar, ağaçlar, insanlar kısaca yürekler üşüyordu artık.
Beldenin tek can damarı olan Cimin Çayı, iki adım uzaklıkta olmasına rağmen suya ulaşmakartık mümkün değildi.Hayvanlarımız, insanımız susuz kalmıştı. Tek kaynak, kazanlar dolusu eritilen karidi ve saatlerce eritilen kar bir kazanı ancak doldurmaktaydı ve bir kazan suda el yıkamaya dahi yetmiyordu.Öyle bir su ki, ne tadı var ne de lezzeti. Toprağa değmeyen suda lezzet mi olurmuş.
Yine günler, haftalar birbirini kovaladı. Takvimler Haziran ayının sonlarını gösteriyordu.
Nisan ayında zaten tükenmeye yüz tutmuş saman ve kuru otun birkaç haftada nihayeti gelmişti. Hayvanların melemesi, aç bir çocuğun ağlama çaresizliğini andırıyordu. Önce zayıflamaya başladılar, ardından sağımlık olanların sütleri iyiden iyiye azalmaya yüz tuttu.Gebe hayvanlar ya yavrularını kaybediyor ya da takatten düşmüş oldukları için birçoğu doğum esnasında telef oluyordu. Kısacası varoluşumuzdan beri insanlığı besleyen süt pınarları artık kurumuştu ve varlığımız tehlikeye girmekteydi. Mal canın yongası derler. Hayvanlarını bu halde görenler, kavak, söğüt dallarının uç kısımlarını, ağaç kabuklarını satır yardımı ile doğrayıp hayvanlarına vermeye başlamıştı.
Karasu kenarında sulak alanlarına güç bela ulaşanlar, buralarda “göğan denilen” uçları çivi gibi dikenli bataklık bitkilerini kesip hayvanlarına ot niyetine getirmeyi başardılar. Bu bitkileri yiyen hayvanların bir süre sonra mideleri iflas edince artık hayatta tutulmaları mümkün olmadı.
Göğan bitkisine muhtaç olunduğu için, bu yılın adını Göğan Senesi diyenlerde oldu.
Bu dönemde bir deri bir kemik kalmış yüzlerce koyun, keçi ve sığır can veriyor, bunları kapı dışına çıkarmak, uzaklara götürmek bile mümkün olmuyordu.Kısa bir süre sonra açlık, insanlar üzerine de karabasan gibi ağır ağır tüm bunaltıcılığıyla çökmeye başlamıştı. Gözlerin donuklaşması, karınların şişmeye başlaması çok zaman almadı.Mahmut yeğenim, Usta onun için önce malınalafı, yemi, sonra insanın karnının doyması önemlidir diyor, anlatabildim mi?
Takvimler Haziran ayının ortalarını gösteriyordu ama hesaplar çoktan şaşmıştı. Dağlar, bağlar ve tarlalar halen adamakıllı şekilde kar altındaydı.Güzden toprakla buluşan ekinler çürümüş, ilkbaharda zaten hiç gelmemişti. Karla kaplı araziye buğday mı ekilirdi.
Bilal Çavuş bütün heybetiyle geriye doğru yaslandı ve derin bir nefes alarak, bir iç çekerek söze girdi.“Yeğenin Mahmut! Toprak ölmüştü adeta. Binlerce yıldır vakti gelince hayat fışkıran toprak kefene bürünmüştü sanki.Normalde Güneş toprağı cana getirir ve kar yığınları için için erimeye başlardı ama ne Güneşte fer vardı ne de toprakta cesaret.Kar üstünde sabaha kadar oluşan sertleşmiş tabaka, akşama kadar harman sıcağına kafa tutmaktaydı.Bütün gayretiyle her sabah doğan Güneş, kar yığınına diş geçiremeyince, akşama doğru mahcubiyet duygusu içinde dağların ardına doğru hızla uzaklaşmaktaydı.
Murat Öğretmen ve Mahmut pürdikkat anlatılanları dinlerken gözbebeklerindeki ani büyümeler anlatılanlar karşısındaki ruh dünyalarını yansıtıyordu.Hulüs Çavuş söze girerek, o yıl ağaçlarda bırakın çiçek açmasını, meyve olmasını yaprak bile tam manasıyla çıkmamıştı. İnsanlar bir umutla kazma kürek alarak tarlaya gidiyor, güneşle toprağı buluşturmak için akşama kadar çukurlar açıyorlardı ama nafile…
Komşu komşunun külüne muhtaç olur diye bir söz var ya hani,işte bu dönemde bu atasözü tam anlamıyla tecelli bulmuştu.Kovalar, leğenler elde kapıkapı geziyor tandır yakanlardan, ocağı tütenlerden, bu defalık külünü bize vermelerini istiyorduk. Bahçelerde, tarlalarda kül atılan yerin karı daha çabuk eriyordu.
Hacı Gani Efendinin eli yavaşça mendiline, mendili ise pek alışık olmadık haliyle gözlerine doğru yanaştı, belli etmemeye çalışsa da nurlu yüzünden aklaşmış sakalına doğru süzülen birkaç damla gözyaşını gizlemeyi başaramadı.“Yutkunarak, boğazında bir ceviz düğümlenmiş gibi “Kaderin cilvesine bakın ki can kardeşimi bu kıtlıkta kaybettim ve bunca ömrü adeta kolsuz, kanatsız geçirdim.Kıtlık kine kıtlık… Allah düşman başına vermesin. Ambarda un, teknede ekmek yok, buğday bulabilmek ise bu yıllık da umutsuz vakıa. Bari meyve olsaydı ama ne çare… Artık Cimin üzümü, dalbastı kirazı, şekerpare kayısı, nar gibi kızarmış kete, kâğıt inceliğinde tandır ekmeği sadece rüyalarımızın süslü geliniydi.Açlık kâbusu ise günün her saatinde evlerimizin baş konuğuydu. Yokluk, kıtlık, sefillik kardeş misali sokaklarda el ele gezmekteydi. Kar esaretinde geçen yaz mevsimi akabinde amansız yeni bir kış ise hızla gelmekteydi.” Diyebildi.
Molla Ömer yeniden sözü alarak… Günlerce süren açlık ölüm getirmeye başlamıştı. İnsanlar hayatta kalabilmek adına diş geçirebileceği her şeyi yemekte çalışıyordu. Temmuz ayında baş çıkaran otların bazılarını yiyenler, amansız bir sancıyla bir süre çaresizce kıvranıp sonsuzluğa gidiyorlardı.
Dizler vücudu taşıyamaz olmuştu. Gözlerde fer yok denecek haldeydi. Kaybedilen hayatlar sönmekte olan ocaklar...Cenazelerin en hazin hali bu zamanda görülmekteydi.Rahmetli düz bir zemine uzatılır, usulen yıkanıp bir parça beze sarıldıktan sonra tabuda konulur ve hayatta kalabilmeyi başarmış bir binek hayvanının semerine tabut kolları urganla bağlanırdı. Hayvan ilerledikçe yerde tabutuyla sürüklenmekte olan merhumun ardından birkaç yakın akrabası sendeleyerek mezarlığa doğru gitmiş olurlardı. Mezar kazabilmek hiç mümkün değildi. Kimseler kazma kürek sallayamaz olmuştu. Önceki yıllarda kullanılmış bir mezarın üstü açılır, çatma ağaçları çıkarılır, bir daha geri çıkamamak korkusuyla mezara inilmeden, merhum rast geldiği şekliyle çukura adeta bırakılırdı. En büyük acılar karşısında dahi gözler çöl kuruluğuna dönüşmüş ve herkes umutsuzca kendi sırasının gelmesini beklemekteydi.
Ah Mahmut yeğenim, ah Murat Hocam ah. Şimdi anlıyor musunuz Muharrem Usta'nın boğazına düğümlenen olayı.Şimdi anlatabildik mi bayat samanın ve hatta komşu külünün dahi ne kadar kıymetli olduğunu.
Murat Öğretmen gayri ihtiyari “Efendi bunlar tarih kitaplarında yer aldı mı? Hem bunları derslerde çocuklarımıza anlatmamız lazım gelmez mi” diye soruverdi. “Hocam okuma bilenimiz nispeten vardı ama yazacak adamımız nerede… Hem yazmaya kağıt kalem lazım değil mi.Geçmişte hem Ermeni komşularımızdan hem de Müslüman âlimlerden birçoğu, önemli meseleleri yazıya dökerlermiş.Lakin gelin görün ki, Müslümanlar için 50 yılı bulan savaşlar, Ermeniler içinse çetelerin çıkardığı isyanlar ve akabinde yaşanan sürgünler, eli kalem tutanların sayısını bir hayli azaltmıştı.”
Filozof Fahri Dayı uzaklara dalan bakışlarıyla “Allah o günleri bir daha göstermesin.”Diyerek söze başladı. Bir adam vardı. Önce hayvanlarını, sonra evladını kıtlığa kurban vermişti. İneğini besleyebilseydi belki çocuğu da hayatta kalacaktı. Yaz ortalarına kadar toprak ana hayata dönmeyince, kaybettiği tüm sevdiklerinin üzerine bir de akli melekesini kaybetmişti. Küsmüştü her şeye adeta ve bir daha ovaya dönmemek üzere kendini dağlara vurmuştu. Dağa, ağaca, kuşa her neye rast gelse, boynunu bükerek ve ağlamaklı bir hal ile “toprak öldü! Neredesin, yetiş ya Hay” diyordu. Ta ki kendisi de toprak olana kadar.
Murat Hocam, arkadaşların da dediği gibi, o zamanlar günü yazmak, olanları not etmek pek adetten değildi. Çünkü savaşlar nedeniyle eli kalem tutanlarımız yüzbinlerce Şehidimize yoldaş olunca, geriye kalanlarımız için yeni nesillere olayları anlatarak aktarmak kalıyordu ve yaşananlar kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılmaktaydı.
Köy odalarımızın baş sohbetleri bu olaylar olurdu. Deli Halil Yemen Harbini, İbrahim Onbaşı Balkan Savaşlarını anlatır, Hacı Hafız Osman Efendi ve Hafız İsmail Hoca kahramanlık hikâyeleri okurdu. Ama o gün yaşanan olaylar yazılmaya gerek görülmezdi ya da yazma cesaretini pek kimseler gösteremezdi. Küçücük memlekette bunları yazacak ne bir gazete, ne de Payitahta bildirecek bir sistem vardı.Bütün Memleket yangın yerine dönmüşken bizim avazımızı kim duyabilirdi ki?
Demek istiyorum ki Hocam, bu olayları yaşayanlar bizler yok olup gitmeden bari Sizler dinleyin, yazın ve anlatın ki bir devrin hatırası buhar olup gitmesin.Koca bir şehrin yaşadıkları unutulur muydu hiç! 1000 yıllık hatırat dededen toruna, kuşaktan kuşağa nasıl anlatılmışsa, nasıl aktarılmışsa bu yaşananlar da aynı şekilde yüzyıllar sonrasına taşınır diyorduk. Maalesef bu olayın üzerinden çok vakit geçmemişti ki bu Şehrin başına öyle bir afet geldi,öyle bir zelzele yaşandı ki Erzincan'ın adeta kıyameti sayıldı.
Kıtlık genellikle hastaları, zayıfları ve çocukları alıp götürdü ama geriye insan adına, insanlık adına yine birileri kalabilmişti. Zelzele bu Şehri yerle bir etti ve ne yaşlı, ne çocuk ne de genç dinledi. Koca bir memleketi haritadan sildiği gibi tarih hafızamızda alıp götürdü.Bu hatıraları ancak depremde yok olmamış, yıkılmamış dağ yamaçlarında, vadi aralarında ayakta kalabilmiş köylerde, mezralarda o günleri yaşamış insanlardan dinleyebilirsiniz.
Ürkek ve biraz da meraklı gözlerle Kunduracı Muharrem Usta'nın dükkânına giren Murat Hoca ayakkabısına birkaç dikiş yaptırıp çıkmayı düşünürken saatler sürecek tatlı ve merak celp edici sohbetin merkezinde bulmuştu kendisini.
80'li yılların belirsizliğinde ilk görev yeri Erzincan'a gelişi zaten endişeli olmuştu ve şehir merkezinde kalma umuduyla girdiği İl Müdürlüğü binasından bu Beldeye yönlendirilmesi kendisini adeta birkaç bilinmeyenli denklem cenderesine sokmuştu. Otobüs koltuğunun üçte birlik kısmını ancak dolduracak eğretilikte oturarak bir süre gelip gittiği bu muhitteesasında çekingenliğe yer olmadığını kısa zamanla anlayabilmişti.
Murat Öğretmen için Kunduracı Dükkânı sadece bir dükkân olmaktan öte, tarihi adamların buluşma yeri ve tarih ya da kültür akademisi gibi işlev gören bir mekândı artık. Müdavimleri arasına gireceği bu mekândadinlemiş olduğu Kara Kış hatırası bir yandan Murat Öğretmenin öğrencilerine yıllarca anlatacağı hayat derslerinden biri olmuş, bir yandan da artık bu beldede yaşama arzusunu netleştirmişti.