“Andolsun ki Biz âdemoğlunumükerrem(şan ve şeref sahibi ) kıldık. Onları (çeşitli ulaşım araçları ile)karada ve denizde taşıdık; onları temiz/güzel şeylerden rızıklandırdık ve yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra/70)
Bugünlerde bir keramettir tutturmuşuz gidiyoruz.
Falan şeyh kerametliymiş; filan şahıs Allah dostuymuş; filan yere gidip destur alırsan problemlerin çözülürmüş…
Hani, “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” kavlince, bir şeyh yarıştırmacası var sanki ortalıkta.
İslam dairesi içerisindeki, gayesi nefis terbiyesi olan tasavvuf disiplinini elbette istisna ederek, uygulamadaki çarpıklıkları görmezden gelemeyiz.
Ortalığın uçan kaçanlarla doldurulduğu bir atmosferde, bu işin içinde olanların en üst perdeden çıkıp, “yanlış düşünüyor ve yapıyorsunuz” demesi gerekmiyor mu?
Birilerinin ağzına bakarak kulaktan dolma bilgilerle nereye varacağız?
Müslümanların şaşmaz değişmez ölçüsü ve kaynağı olan Kur’an; Kerameti başka yerde arama, en büyük keramet sende diyor.
Üstte geçen ayetteAllah, insanın âlemdeki özel yerine işaret ediyor.
Bu âyeti yorumlayan müfessirlere göre insanın şanı, şerefi, diğer varlıklardan üstünlüğü; Allah’ın ona verdiği maddi ve manevi her türlü güzelliğin yanı sıra, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazması, başka varlıkları hizmetinde kullanabilmesi, aletler icat etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini görüp geleceğe yönelik programlar ve projeler geliştirebilmesi, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin kavramlarına sahip olması gibi meziyetlere sahip olmasıdır.
Yüzyıllar boyunca, havada uçan karada kaçan insanlar aradık da ne hikmetse o insanları ve diğerlerini oralarda tutacak ve taşıyacak nakil vasıtalarını icatetmeyi düşünemedik.
“Hemen, şimdi” mantığıyla, çaba ve gayret göstermeden, akıl ve düşünceyi devre dışı bırakıp hazıra konma saikıyla hareket ettik.
Sonuç ve gelinen nokta ortada; “onlar aya biz yaya/yine kaldık sonraya.”
“Biz onlara dış âlemdeki ve kendi içlerindeki ayetlerimizi/doğa kanunlarını göstereceğiz ki Kur’an’ın gerçek/hak olduğunu anlayacaklardır… “ buyuruyor Cenab-ı Hak. (Fussilet/53)
Bu kimin eliyle olacak? Ortada keşfedilmesi gereken muazzam bir hazine var, ama işin ehli olan defineciler kayıp.
Elin gâvuru dediğimiz insanlar bu cevherleri ortaya çıkarınca da konuyu hemen iman/küfür meselesine getiriyoruz.
Hani Nasrettin Hoca’nın meşhur hikâyesi: Hoca bir gün evinin bodrumunda bulunan kömürlükte yüzüğünü düşürmüş, çok kıymetli olan bu yüzüğü bütün aramalarına rağmen bulamamış. Evden çıkmış ve aydınlık sokakta yüzüğü arayama başlamış. Oradan geçenler de Hocaya acımışlar ve aramaya başlamışlar. Bir hayli aradıktan sonra yüzük bulunamayınca söylenmeye başlamışlar:
“Hocam, bunca adam, her yeri didik didik ettik. Daha yeni kaybettiğiniz yüzük nasıl bulunmaz?”
Hoca bir an durmuş, düşünmüş ve demiş ki:
“Ben yüzüğümü bodrumdaki kömürlükte yitirdim.”
Yüzüğü aramaktan yorulmuş insanlar, hep bir ağızdan kızgınlıklarını dile getirmişiler.
“Aşk olsun hocam, hiç kömürlükte kaybettiğiniz yüzük evin önündeki yolda bulunur mu?”
Hoca hiç bozuntuya vermemiş:
“Eeee ne yapalım, kömür çok karanlıktı, ben de aydınlıkta aramayı tercih ettim.”
Şimdi biz kerameti, huzuru, mutluluğu nerelerde arıyoruz?
Aklımızın tamamını kullanarak mı hakikate kapı aralıyoruz, yoksa birilerine kiraya verip mi ulaşmaya çalışıyoruz?
“En büyük keramet, istikamettir” diyen gerçek sufileremi kulak veriyoruz, yoksa “kendisi himmete muhtaç dede, nerde kaldı gayrine himmet ede.” Kabilinden birilerinin peşinde mi gidiyoruz?
O kabilden birilerinin peşinden sorgusuzca gidenlerin tosladığı yeri 15 Temmuz günü bütün çıplaklığıyla gördük, yaşadık.
Eğer bundan da ders çıkarıp kendimize çeki düzen vermezsek korkarım aynı felaketler yine başımıza gelecektir.
Asırlar ötesinden bugünleri görüp seslenen Hacı Bektaş-ı Veli’nin dörtlüğüyle bitirelim yazımızı;
“Hararet nardadır sacda değildir,
Kerâmet baştadır taçta değildir,
Her ne ararsan kendinde ara,
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir.”