Geçmiş – şimdi - gelecek çizgisinde; TARİH, TARİHÇİ VE ETİK – 4

Abone Ol

Modern dünyanın öncülüğünü yapan batı merkezli tarih sınıflandırmaları, günümüzde sağduyu sahibi batılı bilim adamlarını bile hoşnutsuz kılmaktadır. Tarihsel dönemlerin zaman kesitlerine karşı olmamakla birlikte, dönem ve devrelere verilen sıfatlar onlar tarafından benimsenilebilir olmaktan çıkmış, başka kültürleri dışlayıcı ve onları ötekileştirici yaklaşımlara zemin hazırlayan yapılanmalar rahatsızlık uyandırmıştır. Şunu görmek gerekir ki, tarih ve sosyal bilimlerin açılımlarında belli bir kültürün etkisiyle ortaya konulan dışlayıcı ve ötekileştirici model, kuram ve kabuller bilimsel çalışmaları çıkmaza sokma riskini taşımasının yanı sıra bilimin evrenselliği üzerine de gölge düşürmektedir. Bir bilim adamının hoşnutsuzluğu ve rahatsızlığı onun ahlaki kaygılarından, evrensel gerçekliklere ters düşmemesi ise etik duruşundan kaynaklanır.

Dönemlerin ya da bu dönemlerin kapsadığı iç evre ve safhaların referans noktaları tarihçinin kişisel tercihi imiş gibi gözükse de kişisel tercihlerin belirlenmesinde, tarihçi duyarlılığı ve sorumluluğu bulunur. Bu sorumluluk, yalnızca klasik tarih yorumlarının kalıcı kıldığı yerleşik anlayışlara değil, okurların o ana kadar kazandıkları tarihsel bilgilere karşı da hissedilir. Onun içindir ki, yenilik getirilmek istenen hususlarda, geçerliliği olan genel anlayışların ortaya koyduğu kuralların yıkımını ya da ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir yaklaşım içinde olmak zorunlu değildir. Eğer varsa, bu anlayış ve kuralların eksiğini tamamlamak yahut onları yeniden yorumlayıp biçimlendirmek gerekir. Öte yandan, genel anlayış ve kurallar, günümüz tarihçisini ikna etmekten ırak ise bu noktada onun yenilik adına yapacağı değişiklik hakkı doğabilmektedir. Tarihçi duyarlılığı ve sorumluluğunun arttığı bu noktada, öne sürülecek tekliflerin diğer bilim adamlarının da (en azından) bir çırpıda inkâr edemeyeceği kadar sağlam esaslara dayanması beklenir. R. G. Collingwood, tarihçinin hedefinin ve düşünce konusundaki açılımlarının zemin bulmasını, onun “deneyimli” oluşunda görür. Çeşitli tarih kitapları yazımı dışında Türkiye’de hâlâ belge olmayan dönemleri “karanlık” ya da “geçmişe geri adım” diye niteleyen; örneğin, “Mezolitik devirde mağara resmi yok, o hâlde bu dönem geriye bir adım” diyerek gelişmeyi mağara içine hapsetmekte gören düşüncelerin olduğu bir ortamda, ister istemez uzun soluklu ve ayrıntılı açıklamalar yapmak kaçınılmazdır.
 Tarih yazanların anlayışlarına ve yöntemlerine bağlı olarak çeşitli tarih görüşleri ortaya çıkmıştır. Bir anlamda tarih, tarihçinin geçmişi ele almasıyla oluşan bir bilim olması nedeniyle, bireylerin yüzyıllar içinde geçmişe bakışları ve değerlendirmeleri kaçınılmazdır. Bu, görülebilir, anlaşılabilir, sayısız örneklerle ele alınıp tasnife tabi tutulabilir. Ancak, tarihçi bireyin nesnel olması kaydıyla kendi özgür ve özgün yorumları kaçınılmaz, hatta gerekli olsa da, farklı anlayış ve tutumlara bağlı olarak ortaya konulan pek çok tarih çalışması, daha doğrusu tarihsel metin olduğu iddiasıyla ifade edilmiş tarihsel kurgulamaların eleştirel bir süzgeçten geçirilip elenmeleri de kaçınılmazdır. Bu ikinci kaçınılmazlık, öncelikle profesyonel meslekten tarihçilerin etik sorumluluklarından kaynaklanmaktadır.
Tarihsel(miş) gibi sunulan kurgusal metinlerin yanı sıra tarih bilimine yamanmak istenen çeşitli kavram, tanım ve özdeyişlerinde ayıklanma ameliyesi de önemlidir. Ne kadar zor da gözükse, kökleşmiş çarpık anlayış deyim ve kavramların (örn. geçmişi vahşi, barbar, ilkel gibi sıfatlarla tanımlamak) ayıklanması yalnızca bilimin önündeki yığıntılardan kurtulmayı değil, toplumu formatlayan egemen anlayışların baskısından da arınmayı sağlayacaktır. Bununla ilgili olarak her hangi bir ülkede, örneğin Türkiye’de “düşman” üretmenin “tarih tekerrürdür” diyen bir bakış açısıyla nasıl da ince bir bağ kurduğunu, birbirlerini nasıl da beslediklerini göstermek yetecektir.
Yarım yamalak analojiler, geçmiş ve bugün arasındaki benzerlikleri “tarihsel tekerrür” tekerlemesiyle izah etmeye meyillidirler. Mevcut tarihlerin, özellikle resmi ideolojilerin gölgesinde kalan tarihimsi çalışmaların çoğunda geçmişteki olayların seçiminde “savaşlar” büyük bir yekûn tutmaktadır. Sefil bir determinizmin iz düşümü çerçevesinde “tarihsel tekerrür” sonu gelmez bir döngüdür; sonu gelmez savaşların ve düşmanların üretim mekanizmasıdır. Ancak, ahlak dışı, etik dışı tutum bu kadarla sınırlı değildir. Devleti kutsayarak bu kutsal devlete yamanıp kendine dokunulmazlık vehmedenler için düşman hep vardır, olacaktır ve “bin yıl”da sürse o icat edilmiş düşmanla mücadele devam edecektir. Kendini üretmeye çalışan veya kendini ideolojik-ulusçu/ulusal olarak konumlandıran devlet yapılarının ideolojik boyutu, bu yapıdaki devletleri “tehditler üzerinde” odaklaşmaya yöneltmiştir. Tehdit algılaması, esasta korkuya dayalı bir üretim, kendini kapamaya meyilli tepkisel bir tutumdur. Devlet için korku, akılcı ya da doğal bir refleks olmadığı gibi, bu doğrultuda üretilen politikalar akıldışı uygulamalara neden olmakta, hatta zaman zaman kendi yapısına yönelik tehditler türetebilmektedir. “İç düşman” bu anlamda, ideolojik/ulusçu-ulus devlet paranoyasıdır. Çünkü düşman, varolan ve yaşatılması istenen bir kuruma (ör.devlete) eşdeğer olduğu kabullenilmiş karşıt örgütlü tepkisel bir icattır. Bir ülkenin hukuksal ve yasal yapısına aykırı örgütler de dahil “düşman” olarak konumlanmaz, sistem karşıtı hareket olarak değerlendirilir. Sanılanın ya da sanılacağının aksine, düşman üretmek bir devletin varoluşu ve devamı için gerekli değildir. Ancak o yapının zaafiyetine işaret eder. Hangi anlam veya ölçütlerle değerlendirilirse değerlendirilsin, ideolojik devlet yapılarında “düşman” kavramı, o sistemin egemenlerinin kendi kuşku ve korkularının ifade biçimi olarak somutlaşmaktadır (Şahin, 2006, 26).
Görülüyor ki “tarihsel tekerrür” esasta sığ bir determinizm döküntüsüdür. Tarihsel determinizm, anlayış olarak birey ve toplumları atalete sürükler. Bireysel çıkışları küçümser. Çağın ekolojik sorunları karşısında, örneğin entropiye karşı çaresizlik duygusunu besler. XIX. yüzyıl tarihsiciliğinin dışlanmasından esinlenerek yeni bir dünya tarihi inşa etmeyi, bu nedenle gelecek dünya tasarısı kurma girişimlerini engeller. Tarihin tekerrür ettiğine inançla tarihten ders almayı öğrenmek, hemen hiçbir şey öğrenememektir. Evans’ın da vurguladığı gibi, “bunun nedeni tarihin hiçbir zaman kendini tekrar etmemesidir; tarihin temel ilgi alanı olan insan toplumundaki hiçbir şey, hiçbir zaman aynı koşullar altında iki kere meydana gelmez ya da aynı şekilde olmaz” (Evans 1999, S. 64) . Tarihten yararlanmak isteyen birçok insan, bunu tarihsel süreçlerin gerçekliğini anlayarak yapmaz, kendi yaptıklarını meşru kılmak için tarihsel geçmişteki bazı olaylara sığınır.