Anadolu’nun sözlü kültür mirası, masallar aracılığıyla hem eğitici hem düşündürücü bir dille yeni nesillere aktarılıyor. Derleyenler Numan Kartal ve Muhsin Köktürk’ün kaleme aldığı üç ayrı halk hikâyesi, kıssadan hisse veren mesajlarıyla dikkat çekiyor. “Kurnaz Kurt Masalı”, “Üç Haylaz Masalı” ve “Dört Öğüt” başlıklı bu eserler, binlerce yıllık masal geleneğinin çağdaş anlamlarını bir kez daha gözler önüne seriyor.

İşte çocuğunuzu uyumadan önce masallar diyarında yolculuğa çıkaracak o üçleme;

1. KURNAZ KURT MASALI 

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde şu bizim Çin’de. Develer tellâl, pireler berber iken, ben anamın anasının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Kalbur elek, kambur felek üstüne söz ederken. Ulu mu ulu, yüce mi yüce bir dağ varmış. Ama ne dağ ne dağmış. Dağ mı desem bağ mı desem diye gören şaşarmış. Doruğuna bakan dağ, eteklerindeki bağlara bakan bağ dermiş. İşte bu dağın yüce doruklarında bir kurt belirmiş.

Kurt da kurtmuş hani. Canavar gözlü, kalın enseli, ziyankâr mı ziyankâr bir yaratıkmış. Gece düze iner, köye girermiş. Köyün keçi, at, eşek Allah ne verdiyse yermiş. Har vuranın harman savuranın hesabı köyün alikıranı kesilmiş. Köylüler, bakmışlar ki, olacak gibi değil; sarılmışlar silâha, koyulmuşlar etekleri bağ yüce dağ yoluna.

Az gitmişler uz gitmişler derken dağa gelip yedi koldan dağı taramaya koyulmuşlar. Aman dememişler, uyku nedir bilmemişler, yedi gün yedi gece kurdu izlemişler. En sonunda kurdu görmüşler. Ama ne var ki, vuramamışlar. Bu sefer yedi kolda yedi tuzak kurmuşlar. En sonunda kurnaz kurdu tutup köy odasına getirmişler.

Köy odası bir âlemdir. Orada kanun köyün gelenekleri ile töresidir. Kanun demek dayak demektir. Bunları bilen kurt odadakilerden korkmuş. Odadakiler de kurttan korkmuşlar. Dayak yerine sorgu sual etmişler. "Bre kurt demişler, hayvanlarımızı niçin yiyorsun? Yazık değil mi fakir fukaraya?" Kurt önce susmuş, sonrada soruya şöyle karşılık vermiş.

“Ben bir kurdum. Bende de can var. Sizin gıdanız ekmek ise benimkisi de et. Hayvanlarınızı yemeyeyim de ne yiyeyim? İstiyorsanız hayvanlarınızın kurtulmasını, getirirsiniz her gün bir kilo et bana, O zaman yemem hayvanlarınızı.”

Köylüler çaresiz peki demişler, kurdu dağa koyvermişler. Bir yuva yapmışlar köylüler kurda. Sıraya koymuşlar kendilerini. Sırası gelen eti götürür kurdu beslermiş. Ne var ki, günler günleri, haftalar haftaları kovalamış derken, akan zaman içinde köyün hayvanları bitmeye ramak kalmış. Bakmışlar ki, olacak gibi değil; vazgeçmişler et götürmekten köylüler. Kurt yuvasında bir gün iki gün derken sabırla beklemiş, köylülerin et getirmelerini. Bakmış ki, ne gelen var ne giden gözleri kararmış açlıktan, kulakları düşmüş yere. Gözlerinde bir kin, bin öfke.

Kalkmış yerinden kurt, yavaş yavaş inmiş düze. Bakmış ki, bir eşekle sıpası otluyor düzde. Eşekten bir kilo, sıpasından yarım kilo kararlayıp yemiş. Gerisin geriye dönüp yuvasına girmiş.

Akşam olmuş, eşek, sıpası ile eve geri gelmiş. Attığı nara ile dağı taşı inletmiş. Kurttan ağlaşmış, sahibinin yüreği dağlanmış. En sonunda sahibi soluğu köy odasında almış. Toplanmış köylüler, koyulmuşlar yola. Kurdu tutup getirmişler tekrar köy odasına "Eeee… demişler söyle bakalım:"

“Niçin yedin eşek ile sıpasını?” Kurt kaldırmış başını, vermiş karşılığını.
“Et getirmezseniz yerim bile danasını.” "İyi ama" demiş köylüler:
“Bak köyde hiç hayvan kalmadı. Ne çift sürecek, ne de güdülecek hayvan, bizler ne ederiz bu zaman.”
“Ben anlamam demiş kurt. Yoksa sizi de yerim.”

İşte o zaman olan olmuş, odadakiler bir iyice korkmuş. Bir çift söz etmeden, yan gözle bile kurda bakmadan dışarı çıkmışlar.  Kurt kahkahayı basmış.

Meğer o da korkmuş. Yaptığı kurtulmak için yolmuş. Odadan çıkmış. Kaçıp bilmedik illere gitmiş, Gidiş o gidiş. Bir daha ne kurdu gören olmuş, ne de köyün hayvanlarını yiyen. Onlar ermiş muradına, darısı dertlilerin başına.

Derleyen: Numan KARTAL

2. ÜÇ HAYLAZ MASALI

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Yellerin estiği, sellerin coştuğu bir ülke varmış. Ama ülke de ülke imiş ki; bir yanda devler tef çalar, öbür yanda çengiler oyun oynarmış. Ala gözlüler karakaşa sürme çeker, fidan boyular göz edermiş. Dertliler derman, dertsizler de dert bulurmuş, Düzensizliklerle esenlikler bu ülkede kol gezermiş. Buna ese de şaşar, bizim kambur köse de. Derken efendim hindi asmaya biner, evim dermiş. Eşekler ahırda bir uzun türkü tuttururmuş. Derken işe tavuklar, ördekler de karışır tam bir bayram havası esermiş.

İşte bu ülkede bir de çiftlik varmış. Bu çiftlikte de boyu kısa, kendisi topalacık, gözü alçacık horoz; boyu uzun, gururu yüksek hindi; bir de beş parmaklı, alçak ayaklı badi, yani ördek varmış. İmdi oturalım masal taşına, görelim neler gelmiş bu üç haylazın başına.

Çiftliktir, yaşanılacak yerdir demeyin. Bülbülü altın kafese koymuşlar da ah vatan demiş. Bizim üç ahbap çavuşlar da öyle. Aşağı gitmişler, yukarı gitmişler. Geceyi gün, günü gece etmişler. Ama olmamış. Canları çok sıkılmış. Bir gün oturmuşlar, kafa kafaya verip düşünmeye koyulmuşlar. Kırda hayat var, bakın açmış bin bir çiçek, Lâlenin alı çiğdemin sarısı, ana can katar menekşenin kokusu demişler de çiftlikten çıkmaya karar vermişler. Tarlada dolaşalım, yüce yüce dağlar aşalım, gelin kaçalım demişler. Vermişler pek çabuk karar.

Yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz, yedi yılla bir güz gitmişler. Altıda bir üstüde bir bu yerin, bari sağ oldukça yaşamak gerek diye söylenmişler. Sağa sola bakmadan kaçmış üç ahbap çavuşlar.

Hava güneşli, açıkmış. Kırlar geniş, cana can katarmış. Gezmek, tozmak, yaşamak denmiş de yaşamalarına bakmışlar. Sürülen sefa kârımızdır diye hayıflanmışlar. Ama böyle yerler pek gezmeye gelmez, tehlikeler çoktur. Tehlikelerin olduğu yerde hayat yoktur. Akıllarına getirmemişler bu durumları hiç üç ahbap çavuşlar. Başıboş dolaşmışlar.

Dolaşmak güzel şeydir işi yolunda olana, üç haylaz düşünmemiş hiç bunu. Zaman akıp gitmiş. Ne su veren olmuş ne de ekmek. Geri dönmek de pek güç gelmiş. Yaptıklarına pişman olmuşlar, ama çiftliğe dönmeyi de onurlarına yedirememişler. Birbirleri ile bakmışlar bakışmışlar, kişi ne çekerse kafasından çeker demişler. Ağrısız başımız, pişmiş aşımız vardı. Yolumuz açık, karnımız toktu. Ne düşüncesiz aklımız varmış, kaçmışız demişler. Ama iş işten geçmiş. Akşam olmak üzere imiş. Alaca karanlığın çöküşü ile gecenin korkusu başlamış. Derken dağın izli bir yerinden bir dev çıkagelmiş. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Karşı gelsek, güç yok. Gelmesek hayat yok demişler de kaçalım, belki kurtuluruz diye düşünmüşler.

Koyulmuşlar yola, varmışlar Hindistan’a
Hindistan bir âlem. Ortalık düğün bayram. Kazanmanın yolunu aramışlar. Hokkabazlık yapıp iyi para kazanmışlar. Aldık yükümüzü, tamamladık gayri geçimimizi, gelin gidip kuralım evimizi demişler.

Nasiptendir her şey bu dünyada. Aç gözlü olmayacaksın, fazla da uzamayacaksın. Ama bizim üç ahbap çavuş uzamış, dönüp dolaşıp gelmişler bir mağaraya. Meğer orası devin hazinesi ile doluymuş, görenlerin gözlerini alırmış. Bizim üç ahbap çavuşların da gözlerini almış. Derken başlamışlar aşırmaya, ama tamamen kurtulduk demeye vakit kalmamış, umulmadık bir yerden çıkan tilki üç haylazı avlamış.

Ne diyelim, akılsız başın cezasını kişinin kendisi çekermiş. Onlar da çekmişler cezalarını, darısı bizim akılsızların başına.

Derleyen: Numan KARTAL

3. DÖRT  ÖĞÜT

Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin birliğinde bir adam, yohsul bir adam varmış. Gün olmuş evlenmek istemiş. Güzel bir gız almış. Evini geçindirecek parası yohmuş. Gurbete çıhmış. Güney illerine gitmiş. Bir ırgat gapısına durmuş. Günlüğüm gaça dememiş, heç sormamış, tam yirmi yıl çalışmış. Nihayet ayrılmaya garar vermiş. Ağanın yanına çıhmış:

“Ağam, tam boğön[2] yirmi yıldır gapında çalışıyam. Hakkım neyse ver. Sılama gidecem. Anamı avradımı özledim gayri,” demiş.

Ağa da çıharmış çalışmasının garşılığı ona üç lira vermiş. Adam almış cebine goymuş. O sıra orada bulunan Ağa’nın garısı adama acımış. Adama:

“Dur da sana bir çörek yapayım,” demiş. 

Gadın getmiş, çöreği yapmış. Çöreğin birinin içine de beş altın lire goymuş. Adama vermiş.

“Bu çöreği sakın yolda yeme, garına benden hediye olsun,” demiş.

Adam çöreği heybesine goymuş, helâlaşıp yola düşmüş. Yola düşmeden bir daha ağanın yanına varmış.

“Ağam, epey eyilik2 ettin. Hakkını helal et,” diye söylemiş. Ağa da:
“Oğlum dur sana diyeceklerim var, hele bi yol otur,” diye karşılık vermiş.
“Hayırdır inşallah.”
“Bana bir lira ver sana bir öğüt vereyim”. Adam çıkarıp bir lira vermiş.
“İyi dinliyon mu? Sakın geceleyin yola çıhma.”
—Bana bir lira ver bir öğüt söyleyim. Adam çıharmış, bir lira daha vermiş.
—Sakın dibi görülmedik sudan geçme. Anadın mı?
“Bir lira daha ver bir öğüt daha vereyim.” Adam cebindeki son lirayı da vermiş.
“Aslını bilmediğin işte söz sahibi olma.” Adam tam gideceği sırada. Ağa:
“Dur bi de sana bedava bir öğüt vereyim,” demiş.
Adam durmuş.
“Aslını bilmediğin işe burnunu sohma.” 
Adam sağol demiş, goyulmuş yola. Yolda bir kervana rastlamış. Kervancıbaşına: “Nereye gidiyonuz?”diye sormuş.
Kervancı:
“Yozgat’a.” diye cevap vermiş.
“Ben de Yozgat’a gidiyom. Beni de alın Kervana.”
Kervancı başı kabul etmiş. Adam kafileye katılmış. Epey yol gitmişler. Nihayet gece olmuş. Adam:
“Ben artık gitmiyeceğim,” diyince, Kervancı:
“Neden?” diye sormuş.
“Gidemem.”
“Biz bu kadar değerli şeyler götürüyok da gorkmıyok. Sen niye gorhıyon?”
“Ben gidemem, siz gidin.”

Adam böyle cevap verince kervancıbaşı fazla üstelememiş. Devam etmişler yollarına.
Adam sabahleyin gün ağarınca yola revan olmuş. Bir de bahmış ki yolda kervancıların hepiciği ölmüş yatıyo. Kiminin kellesi bir yanda kimininki bir yanda. O zaman kendi kendine: “Liranın birini bulduk” demiş.
Yine giderken yolda bir atlıya rastlamış. Birlikte yola düşmüşler. Yollarını yalçın bir ırmak kesmiş. Adam bakmış ki suyun dibi görünmüyo. Gorkmuş. Atlı:

“Hadi terkime bin de garşıya geçelim.” demiş.
“Yoh, gardaş ben binemem.”
“Hadi canm ne gorkuyon. Bin geçek garşıya.”
“Yeminim var, geçemem,” diye cevap vermiş adam.

Atlı dibi görünmedik suya girmiş. Girdiği o an olmuş. Bir batmış, bir daha çıhamamış. Adam kendi kendine: “Liranın birini daha bulduk” diye sevinmiş.

Suyun başında galan adam, sağa bahmış, sola bahmış sonunda bir yol bulup garşıya geçmiş. Akşamüzeri bir koye gelmiş. Koy odasına gonuh olmuş. Bahmış ki bir hatun boğazına bir ip bağlanmış duvarda asılı duruyo. Bir köpek de yatak üzerine yatmış, uyuyo. Yemek getiyolar. Önce it yiyo, artığını da hatuna veriyolar. Adam heç aldırış etmemiş. Yemeğini yemiş yatmış. Sabah kalkmış yola düşmüş. Arkasından ağanın adamları gelmişler. Adamı ağanın yanına götürmüşler.

Adam gorha gorha:

“Ağam benim suçum ne ki, palas pandıras getirdiniz,” diye sormuş.
“Bak burada köpek yatıyo. Orada bir hatun bağlı duruyo. İtin artığını hatun yiyo. Be hey adam, senin ağzıyın içinde dilin yoh mu? Niye bir defa nedendir bu cefa diye sormuyon?” “Benim ağam bana bir öğüt verdi. Aslını bilmediğin işte söz zahabı olma” dedi.

Ağa adamın bu sözünü çoh beğenmiş. Arhasından:
“Hele bi yol sorsaydın senin de kellen bu keller arasına garışacaktı, diyerek bir gapı açmış ve içinde yatan kelleleri göstermiş.”

Adam: “Eh liranın birini daha bulduk” diye sevinmiş. Ağa adama bir heybe gözü altın vermiş. Adamlarını tembihlemiş. “Bu adamı köyüne kadar götürün” demiş.

Adam köyüne gelmiş. Evinin penceresinden bir de bahmış ki ne görsün? İçerde genç bir adam garısıyla doğuşuyo, çağırıp bağırıyo. Adam dayanamamış, tüfeği doğrultmuş, tam tetiği çekeceği sırada ahlına ağanın öğüdü gelmiş. “Aslını bilmediğin işe burnunu sohma” Bunun üzerine gapıyı çalmış. Garısına:

“Beni tanıdın mı? Ben senin kocanım,” demiş.
Gadın bir bahmış iki bahmış. Sonunda gocasını tanımış. Sarılmış boynuna. Adam bi yandan yan gözle yabancı adama bakıyormuş. Bunu fark eden garısı:

“O kim biliyon mu?” demiş.
“Yirmi sene evvel sılaya gittiğin sırada garnımda bıraktığın oğlun.”

Garısı böyle diyince adam sevinçten ağlamış. O zaman ağasının kendisine paradan da değerli öğütler verdiğini anlamış. Böylece muratlarına ermişler.

Derleyen: Muhsin KÖKTÜRK

Kaynak; kulturportali

Muhabir: Merve Kiraz