Aynadaki iki yüz…

Abone Ol

Canınız Adıyaman usulü güzel bir çiğ köfte çekiyor. Eş, dost, konu komşu toplanıyorsunuz. Bütün malzemeler hazırdır ve sadece bilekleri güçlü birisinin kendisini feda edip leğenin içerisine ellerini sokması, acı da olsa o köfteyi yoğurması kalıyor.

Çiğ köfte ekseriyetle karın doyurmak için yapılmaz, eğlenceliktir. Bu yüzdendir ki “toku ağırlamak zordur” derler ya işte bu insanları memnun etmek de oldukça zordur. Herkes bir şeylere bahane bulmak için anlaşmıştır adeta. Ev sahibisiniz ya, davetlilerin istek ve dileklerini iyi kötü karşılama telaşına düşüyorsunuz. İçlerinden birisi isotun az olduğunu iddia ediyor. “E canım bu yaz gününde, bu sıcakta ne yapacaksın o kadar acıyı?” diyemiyorsunuz. Yahut “evde olan bu kadar bununla idare edeceğiz!” deme şansımız da olmuyor. Bir şekilde isotu temin etme telaşına kapılıyoruz.

Sağa vur, sola koş, komşulara sor ama nafile. Aradığımız biber bulunamamıştır. Tek çare kalıyor, o da Bakkal İsmail…

Saate bakıyorum, bir hayli ilerlemiş. Bu saatte kapatıp gitmiştir. Evi çok uzak sayılmaz ama olsun yine de birkaç sokak ötede, Harhar’a yakın oturuyor. Utana sıkıla telefonu elime alıyorum ve numarasını bulup arıyorum. Çok geçmeden açıyor. Kısa bir selamlaşmanın ardından evde olduğunu ve henüz yeni gittiğini anlıyorum. Özür dileyip telefonu kapatmak istesem de bana fırsat vermeden tekrar geriye gelebileceğini söylüyor. Onun bu sözü söylerken seçtiği kelimelerin samimiyetini anlıyorum ve tekrar gelip yorulmasını istemiyorum. Lakin o beni dinlemiyor ve bisikletine binip beş dakika sonra geliyor. Bakkalı açıyor ve bize lazım olan biberi veriyor. Karşılığında aldığı paraya bakıyorum, üç beş lira bir şey. O para için tekrar evden, belki de sofradan kalkıp gelmeye değmezdi. Mahcup olup özür diliyorum. Verdiği cevap karşısında bir kez daha mahcup oluyorum. “Özür dileyecek bir şey yok, bu benim işim!”

Birkaç yıl sonra ve bir başka memleketten bir başka manzara…

Evde pişirilecek bir yemekte kullanılmak üzere, kuzu etine ihtiyaç duyuluyor. Her zaman alış veriş yaptığımız markete gidiyorum ve Bakkal İsmail kadar hiçbir zaman samimi olamadığım sadece resmi sıfatları ile tanıdığım birkaç görevli ile muhatap oluyorum. Kuzu eti yok maalesef. Sağa, sola bakıyorum ama nafile. Bir dostu arıyorum ve bana bir yerde bulabileceğimi söylüyor. Zaman geçirmeden Vağaver Durağına gelip oradaki birkaç kasap içerisinden tavsiye edileni bulup dükkâna dalıyorum.

Dükkân sahibi elindeki kocaman masatla, bıçakları bilemekle meşgul… Kuzu eti diyorum. Kocaman bir but çıkarıp tezgâhın üzerine koyuyor. O çok diyorum, az bir şey lazım. O zamana kadar kuzu etinin bütün parça olarak satılıyor olduğunu yahut bunun bir gelenek olduğunu ilk kez duyuyordum. Bir kilogram falan lazım verirseniz alayım diyorum. Adam bu söz üzerine elindeki masadı diğer elindeki bıçağa sert hamlelerle sürtmeye başlıyor. Bir yandan da; “geriye kalanını kime satacağım!” diye çıkışıyor. Onun bu hoş olmayan tutumu karşısında biraz da çekinerek kendimi sorguluyorum. Acaba yanlış bir söz mü söyledim, yanlış bir şey mi yaptım? Fakat kendimde bir kusur bulamayıp eti almadan geriye çıkıyorum. Çıkarken ise arkadan gelebilecek sözlere razıydım ama gelebilecek saldırıya karşı tedbirli olmak zorundaydım...

Yıllar sonra geriye dönüp baktığım zaman aynada sırlanmış iki sima ile karşılaşıyorum. Ve kulaklarımda çınlayan iki söz; “Özür dileyecek bir şey yok, bu benim işim!” ve “Geriye kalanını kime satacağım!” kalıyor.

İki ayrı yüz, iki ayrı kişilik ve belki de iki ayrı meslek etiği.

Hangisini özleyelim…